24 Ekim 2016 Pazartesi

O (Elle)


Elle, her saniyesinin tetikte izlediğiniz, Isabelle Huppert’e tekrar tekrar hayran kalacağınız bir film. Paul Verhoeven yönetimindeki filmde mükemmel bir yönetmen – oyuncu uyumu var. İkisinin de ne istediğini ve neyi, nasıl yapmaları gerektiğini bildiklerini fark ediyorsunuz.
(Filmi izlemediysen buradan sonrasını okumak istemeyebilirsin!)
Elle, Michele (Isabelle Huppert)’in saldırıya uğradığı anı etkileyici şekilde yansıttığı bir kare ile açılıyor. Önce ne olduğunu anlayamıyoruz. Bu ise Michele’in geçmişinde yaşadıklarına benzer bir hikayeyi yeniden yaşayabileceğini gösteriyor; ancak o bunları çoktan atlatmış, güçlü bir kadın olarak kendi çözümünü kendisi yaratıyor.

Michele, şiddetin her türlüsüne alışık. Daha önce yaşadıklarından o kadar çok şey öğrenmiş ki ruhu da bedeni de kalın bir kabuğa sahip. Elbette barışık olmadığı değerler, çoktan yozlaşmış olduğuna inandığı inançların farkında. Ve bu, onun yarasının asla kanamamasını sağlıyor. Diğer taraftan eski kocasını, kendisine tokat attığı için terk etmiş. İçinde bir yerlerde bitmek bilmeyen öfkesi ise sadece babasına karşı.

Bu kadar cesur olmak için biraz rahatsız olmak gerekir.

Evet, Michele’de bunu görebilirsiniz. Normalde insanları sarsacak, tüm hayatını etkileyebilecek olaylardan rahatsız olmuyor. Saldırıya uğradıktan birkaç dakika sonra yerdeki cam kırıklıklarını süpürüyor ve birkaç gün sonra yemekte arkadaşlarına “Tecavüze uğramış olabilirim.” diyor. Kadınlara karşı da merhametli olduğunu, yani Michele söz konusuysa merhametten söz edilebilir mi bilmiyorum, söyleyemeyiz; ancak erkeklere karşı net bir acımasızlıktan söz edebiliriz. Baba – kız arasındaki zedelenmiş ilişkinin etkisini Michele’in hayatına giren tüm erkekler de görüyor. Diğer taraftan karşısındaki, özellikle de şiddet yanlısı bir erkekse Michele, ona dersini vermekten çekinmiyor. Erkekler onun için seks ve şiddet eğilimli varlıklar, onlardan biriyle seks yapmak istemiyorsan silkip atabilirsin.

Michele, ilgisiz biri de değil. Aksine etrafındakilere karşı korumacı tavırları var. Annesinin ve oğlunun, hatta eski eşinin hayatına girenleri denetlemekten çekinmiyor. Bu aslında onun sorunlu karakterinin bir özelliği. İşinde de başarılı. Mükemmel olanı yakalayabilmek için tüm ekibi zorluyor ve sonunda istediğini alıyor.
Şiddetin her türlüsüne alışık olması, aslında yıllardır toplumsal baskıya maruz kalmasından kaynaklanıyor olabilir. Çocukluğunda yaşanan olaylardan kalan kendisine ait bir karenin tüm hayatını etkilediğini, kendisi de belirtiyor. İnsanlar onu tanıyor ve “Seni unutmadık.” diyor. İnsan için başa çıkması çok zor olan bu durumdan Michele en iyi şekilde kurtulabilmeyi başarmış. Korkmuyor ve üstüne gitmekten de çekinmiyor. Babasıyla başına gelen olayları kısaca anlattığı sahnede dinine sıkı sıkıya bağlı olmaktan kaynaklı bazı şeylere değiniyor. Noel öncesi yemekte sohbet esnasında dini geleneklerle ilgili ayrıntıları bildiğini görüyoruz. bir ara karşı komşularının da bahçede kurdukları düzen ve dini törenlere olan bağlılığı, tüm bu şiddetin alt okumasını din ekseninde yapmamızı istediğini düşündürtmüştü; ancak böyle olmadığını görüyoruz. Michele bunun davranış yönünde sapkınlıklara sebep olduğunu düşünüyor. Kendisinin inanıp inanmadığına dair net bir bilgi edinemesek de manevi yönünün hala güçlü olduğu söylenebilir. Komşuları ile ilgili netliği de sona doğru öğreniyoruz.

Film boyunca Isabelle Huppert’ı izlemek büyük bir keyif veriyor. Role kattığı anlam… Piyanist’teki rolünden sonra onu yine psikolojik sorunların karaktere biçim verdiği, karakterinin alt okumalarının yoğun olduğu bir filmde izleyebilmek paha biçilemez. 

Mezuniyet

Mezuniyet (Graduation)’te, Cristian Mingui 4 Ay 3 Hafta 2 Gün (4 Months, 3 Weeks and 2 Days)’deki anlatım tarzını sürdürmeye devam ediyor. Filmde üçüncü göz olarak her konuya, en azından Romeo (Adrian Titieni) kadar hakimiz.
Kendisi doktor olan Romeo, Romanya’daki toplumsal yapıdan ve ülkenin geleceğinden şüphe duyduğu, daha da en önemli tipik ebeveyn içgüdüsü ile kızı Eliza (Maria Draguş) için farklı bir yaşam tasarlıyor. Bunun için bir basamak olan eğitim için de en iyisinin İngiltere’ye gitmek olduğunu, düşünüyor. Bundan sonra ahlaki bir sorgulama içerisine giriyoruz. Bu sorgu içerisinde Romeo, biraz gözümüze sokarak bizim perdede göz göze olduğumuz, Romeo’ya sırtı dönük biçimde duran karısına “Ya, onun güpegündüz sokak ortasında tacize uğraması adil miydi?” diye sorar. Aslında bu durumun adaletsizliği ortada olsa da Romeo da durumu kendince vicdan muhasebesinden kaçabilmek için kullanıyor. Belki de her şey dedektifin (Vlad Ivanov) teklifiyle başlıyor. Onun üst mevkilerde tanıdığı olmasaydı belki de Romeo yoldan çıkmayacaktı.
Romeo’nun kızı için en iyi olanı yaparken diğer taraftan kendi itibarından da fedakarlık yaptığını görüyoruz. Diğer taraftan bu durumu karısı ile konuşurken karısının Eliza için “Bunu ondan istersek şimdiye kadar ona öğrettiklerimizden de vazgeçmesini isteriz.” demesinden anlıyoruz. Daima dürüstlüğü savunan ve o değerlere sahip bir çocuk yetiştiren… Tabi film bundan sonra da başka bir sorgulamaya geçiyor: Romeo’nun başka bir kadınla ilişkisi.
Romeo, sorgulamamak için vicdanını rahatlatan argümanlar buladursun biz de onun bir sözüne bir de davranışlarına bakıyoruz; ancak zafer Romanya orta sınıf ahlakının üstünlüğüyle sonuçlanıyor.

Mingui, son iki filminde olduğu gibi (4 Ay 3 Hafta 2 Gün ve Tepelerin Ardında), tüm yaşananları izlememizi sağlıyor. Biz de konunun içinde kalıyoruz; ancak Mezuniyet, öncekilerin dinamizmine sahip değil. Belki de Eliza’nın yaşadığı saldırı her ne kadar adil olmasa da Romeo’nun mücadelesini paylaşamıyoruz. Hikayede bir şeyler eksik kalıyor. Eliza’ya yapılan saldırının görüntülerindeki tepki vermeyen kişilerden biri erkek arkadaşı mıydı, bunu öğrenemiyoruz. Romeo tespitinde haklıysa bunu sonuna kadar sürdürmesi gerekmez miydi, o bölümlerde boşluk oluşuyor. Yine de yönetmenin tarzını sevenler için izlenebilir olan Mezuniyet, umarım yönetmenin başarısının düşüşe geçtiğini göstermiyordur. 

Sieranevada

Sieranevada, sizi, küçük bir apartman dairesinde, üç saat boyunca odadan odaya savrulduğunuz bir aile dramının içine sokuyor. Evin babasının ölüm yıldönümü sebebi ile toplanan aile, akrabalar ve dostlar çevresinde süren bir gün. Tüm olay, tören için pederin gelmesini beklerken gelişiyor, üstelik peder gelmeden yemek de başlayamıyor. Bir süre sonra siz de pederin gelmesini ve artık şu yemeğin yenmesini istiyorsunuz.
Anne, çocuklar, gelin, damat, torun, kardeş, kuzen, arkadaş ve dostlar arasında bir gün. Çatışmalar, aldatma, görüş ayrılıkları gibi sorunların üstü örtülemediği için açığa çıkıyor ve her ailedeki gibi çözüme ulaşmadan yeniden üstü kapatılmaya çalışıyor, ta ki bir gün yeniden açılıncaya dek… Filmde kadın ve erkek, kardeşler, kuzenler, baba ve evlat, anne ve evlat arasındaki çatışmalar iyi işleniyor. Henüz iş bulamamış erkek kuzenin 11 siyasi muhasebeleri gerçekten çekilmiyordu. Sürekli olarak İnternet’ten video izleyip her şeye bir şüphe duygusu ile yaklaşan ancak bunları her girdiği ortamda kabul ettirmeye çalışan tipleme gerçekten can sıkıcıydı. Diğer taraftan komünizmi savunan teyze konuya hakimdi ve davası uğruna çaba sarf ediyordu. Onu dinlemek ise kuzenin aksine zevkliydi.
Kadın – erkek çatışmalarında ise kendisini aldattığını düşünen ve aldatıldığı itirafını dinleyen kadınların bitmek bilmez doyumsuzlukları vardı. Asıl konu konuşulamadığı için bitmeyen laf kalabalıkları ve ağlama nöbetleri… Sırf bu yüzden Disney karakterlerinin hangisinin neyi giydiği konusunda Romanya vatandaşlarının uçsuz bucaksız bilgisine tanık oluyoruz.

Çatışmalar gayet güzel veriliyor, hatta kuzenlerin birbiriyle dalga geçmesi falan içimizden biri gibi, bizim ailemiz gibi. Ama diyoruz artık şu peder gelse…



Bilinmeyen Kız / Meçhul Kız

Bilinmeyen Kız (Unknown Girl)’da, Dardenne Kardeşler’in İki Gün Bir Gece (Two Days One Night)’sinin izinden giden bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Jenny (Adèle Haenel), kamu hizmetinde çalışırken mesai bitiminde zil çalar, stajyer doktor kapıyı açacakken Jenny açmamasını söyler. Ertesi gün polisin kapıya gelmesi ile bir gece önce yakınlarda Afrika kökenli genç kadının öldüğü öğrenilir. Böylece Jenny’nin insanlık serüveni başlar.

Bilinmeyen Kız, insan olmak, ayrımcılık, insana dair sorumluluk, insan yaşamanın, hatta ölümün değerine dair bir film. Jenny mesleğinde başarılı, mesaiden sonra evlerinde muayene edilmesi gereken hastaları ziyaret ediyor. Onların sorunlarıyla dikkatli şekilde ilgileniyor. Yaşanan olaydan sonra ise insan olarak da farklı sorumluluklarının olması gerektiğinin farkına varıyor ve cinayetin peşine düşüyor. Çünkü her kim olursa olsun birine zarar verilmişse, onun ruhunun huzura kavuşturulması için suçluların bulunması gerekir ve eğer bir ailesi var ise onun başına gelenlerden haberdar olmalıdır.
Jenny’nin mücadelesi vicdan muhasebesi ile ilgili. En başta kendini suçlu hissettiği için olayı araştırmaya başlıyor. Aslında tek isteği, üzerinde kimliği olmayan genç kızın adını öğrenmek ve ona bir mezar taşı yaptırabilmek. Ancak adını öğrenmeye çalışırken kendisini cinayeti çözmeye çalışırken buluyor. Ortada çok fazla suçlu var ve onların da vicdanı harekete geçiyor.

Bilinmeyen Kız, bu anlamda vicdan ve insanın değeri filmi. Yaşanan kötü olay sonucu hem ölen kızın hem de Jenny’nin çevresi farklı bir sorgulama içerisine giriyor. Jenny’nin soruşturmasıyla birlikte adım adım olayın çözümünü izliyoruz. Dramatik yapı gayet başarılı. Bu yüzden de baştan sona ilgiyi kaybettirmeden kendini izletiyor. İzleyiciye de fazlaca düşünme imkanı kalıyor.

Toni Erdmann

Toni Erdmann, baba ve kızını mizahi duygularla birleştirmeye çalışan hayali bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bunu yaparken babalık görevinden de asla vazgeçemiyor.
Kariyerinde ilerlemeye çalışan, bunu yaparken kendisi olmaktan vazgeçerek mutsuz bir yaşam sürdüren Ines (Sandra Hüller)’e babası Winfried / Toni Erdmann (Peter Simonischek) yetişir. Kızını doğum günü için ziyarete giden Winfried, kızıyla babası olarak iletişim kuramadığını gördüğünde, onun karşısına, onun dünyasından biri gibi çıkar.


Rekabet dünyası içinde farklı biriymiş gibi davranan karikatürize bir tip Toni Erdmann. İşin içine mizah katmasa film ikinci yarıda çekilmez bir hal alacaktı. Kattığı mizahtan mı yoksa artık sıkılmış izleyicinin sinir krizine girmesinden mi bilinmez ama salonda birkaç kahkaha duyabildik. Sona doğru verilen çıplaklar partisi ise biraz uzun sürdü. Gereksiz bakışmalar eşliğinde oyuncularla beraber durumu anlamlandırmaya çalıştık.

Filmin çıkış noktası güzel; ancak işleyiş şekli ile izlenmeyi zorlaştırıyor. Rekabet, iş dünyası, başkası gibi görünerek birbirini etkilemeye çalışan insanlar, bütün bu sıkışmışlığa karşın rahatlamak için seçilen yollar… Tüm bunları yüzünüze vurmak için ortaya çıkan anti kahraman Toni Erdmann. Komik ama yüzleştirdiği durumdan ötürü de bir o kadar sevimsiz. Belki de Alman stili mizahtandır bilemiyorum, Toni Erdmann’ın esprileri, kızını bile zor güldürürken bu ikisinin arasında gibi bir şeydi. Onun baba yüreğini anladığımız için anlayışla karşılıyoruz. 

20 Ekim 2016 Perşembe

Bir Ulusun Doğuşu

Nate Parker’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Bir Ulusun Doğuşu (Birth of Nation)’nda aynı zamanda başrolde oynamayı tercih etmiş. İsmi ile D. W. Griffith’e bir gönderme olan film tam bir zaman israfı. Kült filmlere atıfta bulunurken önce bir yaptığım iş nasıl olmuş diye sorgulamak gerekir.
Zaten konuyla ilgili çekilmiş filmler varken bir de kendi bakış açısını sunmayı isteyen bir yönetmen, filmin ilk yarısına kadar ortalama düzeyde bir filmi, ikinci yarısında tamamen batırıyor. Dramatik yapının nasıl kötü işlenebileceğini örnek olarak göstermek için sinema öğrencilerine ilk gün izletilebilecek bir film. Repliklerin bazıları, sanki sırf konuşulsun diye yazılmış. Mücadeleyi başlatan, ilk olarak kendi sahibini öldürüşü, sanki ulusun doğuşunu değil de hırsızlığa girdiği evin sahibini öldürür gibi çekilmiş.

2016 Sundance Juri Ödülü ve İzleyici Ödülü’nü almış. Sundance’in bu kategorisini kenara not alıyorum. Bu ödülleri verdiği filmleri izlemeyi bundan sonra iki kere düşüneceğim.

 

Hizmetçi

Hizmetçi (The Handmaiden)’de bir anlamda “Ava giden avlanır.” konusu işleniyor. Başlangıçta kurulan plan, oyunculardan birinin akışı değiştirmesi ile başka bir yöne gidiyor.

Hizmetçi, iki kadının dayanışmasını anlatıyor. Bir tarafta yeğeninin mirasına konmak için onunla evlenmeyi planlayan ihtiyar bir adam, aynı zamanda yeğeni Hideko (Kim Min-Hee)’yu “kitap okumaları” olarak adlandırdığı işine alet ediyor. Diğer tarafta yine aynı genç kadının mirasından yararlanmak için onunla işbirliği yaparak azılı bir hırsız olarak yetiştirilen Sookee (Kim Tae-Ri)’yi yem olarak kullanan Kont (Jung-Woo Ha) yer alıyor. Erkeklerin kendi maddi ve cinsellikleri yolunda kurmak istedikleri iktidar için kadınları adım olarak kullanmaları karşısında kadınların birliği devreye giriyor. Bu şekilde erkekler saf dışı bırakılıyor, hatta kesin bir şekilde emellerine ulaşamıyorlar.


Farklı planları aktarmak için film bölümlere ayrılmış. Özellikle ikinci bölüm biraz fazla uzun geldi. Hikaye daha kısa bir şekilde de anlatılabilirdi. Ancak onun dışında kadın dayanışması eğlenceli ve erotik bir biçime, birliktelik bir aşk hikayesine dönüştüğü için aradaki birçok şeyin göze alınışının aradaki tutku sebebiyle olduğu da düşünülebilir.

 

Alt Tarafı Dünyanın Sonu

Xavier Dolan’ın Alt Tarafı Dünyanın Sonu (It’s Only The End of The World) bekleneni vadetmiyor. Özellikle benim için Mommy’den sonra vasat bir film. Dolan, izlemesi tek tek zevk verecek yetenekteki oyuncuları; Marion Cotillard, Vincent Cassel, Lea Seydoux, Nathalie Baye bir araya getirmiş, sadece yetenek değil perde önünde estetik yönleri ile de dikkat çeken oyuncuları seçmiş; ancak onlara uygun bir hikaye ortaya koyamamış.
Filmin hikayesi belirli; ancak anlatım biçiminde birçok eksiklik var. Louis (Gaspard Ulliel), yılllar sonra ailesini görmeye gelir; ancak neden geldiğini bir türlü söylemez. Söylememesini bir tarafa bırakalım her defasında konuyu açacakmış gibi olup gevelemesi pek de etkileyici bir anlatım yakalayamamış. Abisi ile konuşmasında lafı dolandırması, yengesi ile sürekli gelişi üzerine ayaküstü sohbetleri, kız kardeşi ile daha çok dinleyici konumunda oluşu Louis hakkında bir an önce gitse de aile rahat etse dedirtiyor.

Filmde Louis, aile üyelerinin her biri ile yaptığı tek tek konuşmalarda sanki oyuncuların karakterlerini ne kadar da iyi bir performans ile sergileyebileceklerini sınıyor. Abisinin sinir krizi ve öfkesini yenebilmek için kardeşini üzecek bir haberi sonunda vermesi, yengesinin arabuluculuğu, kız kardeşinin onu tanımaması fakat tanımak için hakkında birçok şey öğrenmeye çalıştığını anlattığı monoloğu, annesinin ise yıllarca çektiği acı; hepsi de mükemmel performanslar içeriyor. Bunun karşılığında ise tek gördüğümüz Louis’in güzel gözleri; ancak Dolan’ın dramasını kurtarmaya yetmiyor. Sonunda sıradan bir yolu tercih ederek annesinin öğüdünü uyguluyor o kadar. Belki de filmin başında dediği gibi “Alt tarafı dünyanın sonuna” gitmiştir. Çok da abartmaya gerek yoktur.



Julieta

Kanadalı yazar Alice Munro’nun öyküsünden uyarlanan Julieta,  kadın hikayelerini anlatmadaki başarısı ile bilinen Pedro Almodovar’ın 20. filmi. Hikaye 50’li yaşlarını yaşayan, mutlu bir kadın Julieta’nın Portekiz’e taşınmak üzereyken bir anda kararını değiştirmesi ve geçmişine yaptığı yolculuk ile başlıyor. Julieta’nın 50’li yaşlarını Emma Suarez, gençliğini Adriana Ugarte oynuyor.
Julieta’nın 20’lerinde hayatını yaşayan, sevdiği işi yapmasını sağlayan bir eğitim almış, bağımsız bir genç kadınken yaptığı tren yolculuğu, hayatının bundan sonrası için yapacağı seçimleri belirleyen bir başlangıç noktasıdır. O tren yolculuğu, bundan sonraki hayat yolculuğunun başlangıcıdır. Trende tanıştığı Xoan (Daniel Grao) ile ilk andan itibaren aralarında başlayan tutku, Julieta’nın başından beri Xoan’ın hayatında olan Ava (Inma Cuesta)’ya dair gerçekleri öğrenmesiyle çatışmaya dönüşür. Julieta hayatının yeniden bir tercih yapmak zorunda kalır; ancak bu kez yalnız değildir. Kızı da onunla birliktedir.

Julieta’nın aşk, tutku, aile, sevgili, eş, evlat, anne, depresyon, hayal kırıklıkları, aldatma eksenindeki mutlu, kimi zaman depresif ve bazı dönemlerde de acı içinde geçen hayatına tanık oluyoruz. Hayatının dizginlerini eline almış güçlü bir kadın, beklemediği anlarda aslında olayların kendisi dahilinde geliştiğini öğreniyor ve başka bir yolu seçmek zorunda kalıyor. Yönetmen hikayesini, özellikle perdeye yansıttığı renklerle Julieta’nın hayatındaki iniş ve çıkışları, karmaşaya yol açmadan anlatıyor. Ancak filmin öyküden uyarlanıyor olmasının getirdiği bazı duraksamalar var gibi. Öykünün aslını bilmiyorum; ancak sinemada, kitabın her ayrıntısı verilemediği için bir aceleye getirme durumu oluyor. Bazı ayrıntılara değinilemiyor ve bu da filmin genel çerçevesinde bazı eksik noktalar varmış gibi hissettiriyor.

 

Frantz

Frantz, François Ozon’un filmografisinde farklı bir yere sahip olması ile dikkat çekiyor. Değindiği konu, siyah beyaz ve Almanca olması ile Ozon’un diğer filmlerinden farklı. Frantz’da, Birinci Dünya Savaşı sonrasını izliyoruz. Almanya’da bir kasabada çocuklarını askere göndermiş ve çoğu dönmemiş ailelerin acısı, savaşın izlerini yansıtıyor. Frantz’ın ailesi ve nişanlısı Anna, onun hatırasına sadık, her günü onu anarak, mezarını ziyaret ederek geçiriyor. Onu tanıdığını söyleyerek gelen Fransız genç ile hikaye başlıyor.
Frantz, savaş sonrası yaşananlara bireysel yaşamlar üzerinden değiniyor. Frantz’ın arkadaşı Adrien’in çıkagelmesi, sonradan öğrenilen gerçekler, Anna’nın bunları Frantz’ın anne – babasına bildirmeyişi ve sonrasında bu adama aşık oluşu ile olaylar gelişiyor. Adrien’in gelişinde intikam mı, vicdan muhasebesi mi, yoksa Frantz’ın yerine geçme isteği mi olduğu bilinmiyor. Sırrını açıkladığında intikam olmadığını anlıyoruz. Sonrası ise Anna’nın onu aramaya gidişiyle ortaya çıkıyor.


Savaş sonrası acılar, vicdan, yarım kalmış aşk ve sevdiği adamın katiline aşık olan genç bir kadın… Konu her ne kadar alışılmış olsa da Ozon konuyu izlenebilir kılıyor. Siyah beyaz kullanımı, dramatik yapıyı güçlendiriyor. Filmde iki ya da üç kez renkli sahneler izliyoruz. Bu kısımlar Frantz’dan bahsedilirken mutlu olunan anlar. Onun neşeli anlarının, zevk aldığı uğraşların anlatıldığı ve uygulandığı sahneler. Özellikle yönetmenin filmografisini takip edenler için yönetmenin farklı bir filmi ve alışılmış temalar üzerinden ilerleyen hikayesine rağmen, sonu klişelerden uzak.  

Paterson

Paterson’un her karesinde aniden bir şey olacak, diye bekledim; Paterson (Adam Driver) köşeyi dönünce birden vampire dönüşecek, karısı ondan gizli bir şey yapacak… Son sahneye kadar umudum tükenmedi, ta ki yeniden pazartesi oluncaya dek.
Jim Jarmusch, Paterson’da gerçekten sıradan insanı anlatıyor. Sıradan bir otobüs şoförü haftanın neredeyse her günü aynı şeyi yapıyor. Hafta sonu mesai olmadığı için durum biraz farklılaşıyor; ama yine de monoton. Her akşam gittiği bara bile aynı saatte gidip aynı şeyi içiyor. Aslında Paterson’un etrafındaki kişiler en azından gün içinde yaşadıkları dünyanın sıradanlığını giderecek farklı alanlara yöneliyor. Bunun en iyi örneği ise eşi Laura (Golshifteh Farahani). Onu her zaman farklı ilgi alanları var.
Filmde Paterson’un şiire olan merakı onun hayal dünyasını zenginleştiriyor muhakkak; ancak onun zihnindekileri göremediğimiz için Jarmusch’un bizim için gösterdiği sürprizleri izliyoruz. Paterson ise o kadar sıradan ki o bizim gördüklerimize sadece tanık oluyor. Filmde Paterson şehrinde yaşamış müzisyenler, şairler, yazarlar geçiyor. Onlara atıfta bulunuluyor ve tabi ki ikizler. Paterson’un dışında herkes bir ikize sahip. Bu da karısının zevk ve hayallerinin asla gülünüp geçilmeyecek şeyler olduğunu gösteriyor. Paterson’a absürd gelen her şeyde aslında her şeyin mümkün olabileceğine dair bir iz de var. Paterson’da ani değişimler beklemeyin; ama sıradan bir hayat nasıl anlatılır onu izleyin.




Filmekimi’nin Ardından

Filmekimi’nin İzmir programında 20 filme yer verildi. 12 filme biletim olmasına rağmen başka bir etkinlik sebebiyle 11 film izledim. Bu yıl festivalle ilgili emin olduğum bir durum var ki iki yıldır hem Filmekimi hem de !f’te festivalde izlenmeye can atılacak filmler seçiliyor. 

O(Elle) festivalde başarılı bulduğum filmlerden ilki. Piyanist’in Erika Kohut’undan sonra Elle’nin Michèle’si, Isabelle Huppert’in canlandırdığı favori karakterim oldu. Meçhul Kız (UnknownGirl), insanın değerini ilmik ilmik işleme beceresiyle öne geçti. Mezuniyet (Graduation)’te Cristian Mungiu anlatım tarzından ödün vermeyerek her zaman izlemekten zevk aldığım bir film ortaya koymuştu; ancak diğer filmlerine göre daha az sevdiğim bir filmi olarak zihnimde yer alacak.

Sieranevada, hikayesini iyi anlatan filmlerden biriydi; ancak bu tarzda izlediğim filmlere göre hikayesini daha çarpıcı kılacak argümanlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Jim Jarmush’un Paterson’u ise o kadar sıradan bir insanı konu alıyordu ki Paterson’un son anda kanatlanıp uçabileceği inancımı filmin sonuna kadar yitirmedim. Frantz ve Julieta ise beklentimin üstünde filmler olarak yerini aldı. François Ozon, Frantz’da hikayesinin yaratmış olduğu duygulara, duygu değişimlerine hakim anlatımı başarılı bir şekilde anlatıyordu. Julieta görsel olarak tatmin sağlayan iyi bir hikayeye sahipti; ancak kitap uyarlaması olmasının etkisini hissettiriyordu. Yani olayların hızlı şekilde akışı gibi…


Xavier Dolan’ın yönettiği AltTarafı Dünyanın Sonu (It’s Only The End Of The World) güzel, yakışıklı ve iyi oyunculardan oluşan bir kadronun, iyi işlenememiş bir hikaye için nasıl bir kayıp oluşturduğunu gösteriyordu. ToniErdmann’da kızına yaşadığı hayatın sıkıcılığını göstermek isteyen bir babanın çabasını izledik; ancak film yarısına kadar bir türlü konuya giremedi, yarıdan sonra da ancak mizahi öğelerle son dakikaları kurtarabildi. Hizmetçi (The Handmaiden) ise kadın dayanışmasını anlatan; fakat bunu aşk ve cinselliğe indirgeyen, bu sebeple pek de tatmin edici olmayan bir Güney Kore filmiydi. Son gün, son seansta izlediğimiz Bir Ulusun Doğuşu (Birth Of Nation) ise tam bir faciaydı. Festivalin sonuna yakışmadığı gibi dramatik anlatımdan yoksun bir işti. 

3 Ekim 2016 Pazartesi

Sinemaya Çok Uzak…








Çok Uzak Fazla Yakın oyuncularının kamera önündeki fiziksel görünümleri ve rolün hakkını verme gayretleri ile kendini izlenebilir kılıyor. Diğer taraftan sanat – kostüm yönetimi, senaryo ve kurguya dair açıklar mevcut.

İzmir’de üniversite okurken tanışan Aslı (Burcu Biricik) ve Cem (Özgün Çoban)’ın yıllar süren inişli çıkışlı aşk hikâyesini anlatan filmin senaryosu ve yönetimi Türkan Derya’ya ait. Çok Uzak Fazla Yakın, dizi yönetmenliğinde kariyeri olan Türkan Derya’nın ilk uzun metrajlı filmi. Romantik türdeki film, Aslı’nın bugününden başlıyor ve bizi üniversite yılları ile bugün arasında devam ediyor. Cem ile ilk karşılaşma, Aslı’nın ailesinin tepkisi, hayatları ve aşklarının aldıkları yön etrafındaki geçişlerle hikâye sona eriyor.


İzlemediysen buradan sonra okumak istemeyebilirsin!

Film, iyi niyetli bir ilk film projesi olarak adlandırılabilir. Oyuncular elinden geleni yapsa da örneğin, Cem’in okuldaki ödül törenine kılık kıyafete uygun olarak gelmediği için ödülünün verilmek istenmemesi karşı verdiği tepkide sergilediği oyunculuk acemice duruyor. Sahneye çıkarak kendisinin zaten takım kıyafete sahip olmadığını, zira dayatılan şekilde de gelmek zorunda da olmadığını, söylüyor. Oysa biz Cem’i, bu olaydan önce, filmde ikinci kez bisikletle okulun önüne gelirken gayet şık beyaz gömlek ve siyah yelekle görüyoruz. Bu kıyafetler de törene uygun olmayabilir; ancak Cem’in o tarz giyimi sevmediği, onlara sahip olmadığı ve her zaman salaş giyiniyormuş gibi gösterilme durumunu da kabul edebilmemizi engelliyor. Ancak, bu söyleminden sonra onu her zaman salaş kıyafetler içinde görüyoruz.

Bugün ve geçmiş arasında flashback’lerle ilerleyen hikâyede geçmişe gittiğimizi fark edebiliyoruz; ancak kaç yıl öncesinde olduğumuzu fark edemiyoruz. Oyuncuların bugündeki hallerinde Cem’in saçları kırlaşmış ve yelekli, gömlekli bir kıyafet tarzını seçmiş olduğunu görüyoruz. Aslı ise saçlarını kestirmiş. İkisi de mesleklerinde ilerlemişler; ancak aradan ne kadar yıl geçmiş bilmiyoruz. Örneğin, Aslı, Cem’i, Eskişehir’de terk ettikten ne kadar sonra Cem tekrar Aslı’yı buluyor? Bunu hiç bilmiyoruz. Oysaki bu önemli bir ayrıntı; çünkü ilişkinin derinliğini ve tutkuyu ölçmek için de zaman, bir araç.

Film bir aşk hikâyesini; ama daha çok kadının seçimi ve kadının aşkını anlatıyor. Başta da Aslı, Cem’i fark ediyor ve Aslı’nın hikâyesi başlıyor. Aslı fedakârlıklarda bulunuyor; ancak aynı fedakârlığı Cem’de göremediği noktada bir arada bulunmak imkânsızlaşıyor. İkisi de farklı zamanlarda birbirlerinin hayatına girip yerleşmeye çalışıyor; ama olmuyor. Aşk ve tutku var; ama ikisi de birbirinin kurduğu düzene girdiği zaman bireysel yaşamının kaybolduğunu fark ediyor ve terk ediyor. Bu yönüyle film, ismini hak eden bir hikâye olduğunu gösteriyor.


Döneme dair çok ayrıntıya rastlayamıyoruz. Belki flashback’lerde hangi yılda olduğumuzu gösteren belirteçler kullanılabilirdi. Aslı ve Cem’i sık sık aynı kıyafetlerle görmek de kıyafet seçimindeki eksikliği gösteriyordu. Bugünde yaşayan Aslı ceket ve şalını, herhalde birkaç gün giydi. Aslı’nın annesi onları neden terk etti ya da babası, Aslı’ya annesi ile görüşmemesi için neden engel koydu? Aslı ne zaman evlendi? Ya da ne için evlendi? Yoğun bir çalışma gerektiren sinema, televizyon ya da reklam sektöründe çalıştığını düşündüğümüz Aslı’nın avukat olan kocası nasıl oluyor da ondan daha yoğun çalışıyor? Yoğun çalışıyorsa da nasıl her defasında Aslı’dan sonra gelip Aslı’dan önce evden gidiyor? Cem’in alevi olduğu için yaşadığı zorluklar neydi? Ailesi neredeydi? Aslı’nın babasını hastanede neden ziyarete gitti? Bunların cevabını alamıyoruz. Bir kez Cem’in sergisi basılıyor (herhalde alevi olduğu için) ve saldırıya uğruyorlar; ama bu da çok açık bir olay değildi. Filmin başında Aslı’nın babasını ziyarete gitme sebebinin filmin bir yerinde karşımıza çıkacağını düşündüm; ama o da olmadı. Bu soruların cevapsız kalması senaryonun bazı açıklıklarını ya da işleyişteki bazı sıkıntıları gösteriyor. Birbirine aşık bu çifti iki kez sevişme girişiminde görüyoruz. O sahne de ellerin birbirine kavuşması gibi Yeşilçam taktiklerinden öteye gidemiyor.


Aslı’nın kocası ile ilişkisinden anladığımız; yoğun çalışan, anlayışlı, avukat bir koca. Aralarındaki ilişkiye dair pek bir şey anlayamıyoruz. Paylaşımlarını, yakın ya da uzak olmalarını yorumlayamıyoruz. Acaba Aslı’nın Cem’e dönmeme sebebini, yeni hayatı ve kocasına olan aşkı olarak adlandırmayalım diye mi bu kadar zorlandık? Karar Aslı’nındı ve aile kurmuş olsa da olmasa da artık Cem’e dönmezdi mi denilmek isteniyor? Aslı bir karar verdi evet; ama sonunda da mutsuz bir kadın olarak hayatına devam etti sanıyorum. Filmin aksaklıkları, anlatımı zorlaştırmış ve etkisini izleyiciye geçirmekten uzaklaşmış. Oysaki iki sevgilinin arasındaki gel gitler daha iyi bir anlatımla sunulsaydı ortaya iyi bir yarım kalan aşk hikâyesi çıkabilirdi. 

31 Mayıs 2016 Salı

Bir Kahramanlık Söyleni içinde Bayan Havisham


“Kalplerini kır onurum ve umudum benim, kalplerini kır ve hiç acıma!”*

Birkaç aydır “kahraman/kahramanlık” konulu makaleler, dosyalar hemen her alanda yayınlanmaya başladığını fark ediyorum. Sebebini bilmiyorum. Belki toplumsal olarak bir kahramana ihtiyacımız vardır da o yüzden medyadan, reklamcılıktan, edebiyattan, sinemadan, dizilerden, kitaplardan, kadın sorunlarından, toplumun kahraman üretebileceği her alandan bir kahraman çıkarmaya çalışılıyordur. Belki de gizliden gizliye “Her grup kendi kahramanı ortaya çıkarsın da bilelim.” ya da “Herkes kahramanını ortaya koysun da kimler kimlere kahramanmış, görelim” diye birileri planlar yapıyor olabilir.

Ben de son aylarda ortaya çıkan bu kahraman sorunsalı üzerine düşünüyordum ve birkaç kez yazmak istedim; ancak bir türlü kafamdakileri yazıya dökemedim. Sonunda kendimi biraz sıkıştırma zorunluluğu hissettim; çünkü ben çocukluğundan beri kendisine bir kahraman yaratmaya çalışmış, bir türlü kahramanını bulamamış biriyim. Peki, neden bir kahraman edinme çabası? İşte tam da yukarıda saydığım sebeplerden sanırım. Birileri sürekli bize bir kahraman buldurmaya çalışıyor. Acaba kendi kendimizi kahramanlığa yakıştırmamamızı mı istiyorlar?

İlkokulda, hatta üniversitede İngilizce hazırlıkta falan “Benim kahramanım …/My hero is …” şeklinde cümle kurmamızı isterlerdi. Sanki hayatımın en zor sorusu ya da asıl sorunun kahramanımın kim olduğu sorusuymuş gibi düşünür dururdum. Sürekli de farklı cevap verirdim. Neden? Çünkü o kişinin gerçekten kahramanım olup olmadığından emin olamıyordum. Bir de tabi şu da var ki kahraman denilen kişi sanki herkesin bildiği biri olacak. Sakın öyle arada kalmış olmasın. Misal Örümcek Adam gibi, Süperman gibi… Yani hep erkek, hep tanıdık, hep gerçeküstü. Tabi gerçeküstü olması konusunda anlaşabiliriz. Zira kahraman dediğimiz kişiyi, kahraman görebilmemiz için epeyce gerçeküstü olması gerekiyor. Zaafları olmayan, yenilmez; yoksa neden kahraman olsun ki?

Ben de hayatımdaki kahramanlık sorgulamalarına bir gün bir cevap buldum. Ortaokula gittiğim yaşlarda (Yani 12-14 yaş civarı), yaz tatilinde Charles Dickens’ın Büyük Umutlar (Great Expectations)’ını okudum. Orada beni etkileyen Pip ve Estella’nın, daha doğrusu çoğunlukla Pip’in aşkıydı tabi; ama Bayan Havisham, benim unutamadığım roman karakterim oldu. O günden bugüne Bayan Havisham benim gözümde; aşık olduğu adamın düğün günü onu terk etmesi üzerine evdeki, düğün için hazırlanmış odayı o şekilde bırakarak, tüm saatleri durdurarak, hayatını, onun gelmeyeceğini öğrendiği o “an”da mühürleyen bir kadındı. Ve ben o yaşlarda, bunu, aşkın bir kadının/bir insanın hayatındaki önemi ve aşık olunan kişi ortadan yok olduğunda artık zamanında bitmiş olacağı romantikliğinde anladım ve hep o şekilde de anımsadım. Benim için aşkın acı yüzü saatlerin 9’u 20 geçmesiydi ve sanırım bu tutkuydu. Genç kızlığının başında biri için epey acıklı ve romantik bir hikâye. O günden sonra da romanı sık sık anımsadım; hatta lisedeyken Alfonso Cuarón yönetmenliğinde çekilmiş 1998 yapımı Great Expectation’ı sinemada izledim. Romanı nedense bir daha okumadım. Ta ki son zamanlarda kahramanlıkla ilgili seçici algım devreye girene kadar. Bayan Havisham’ı yazmak istedim; ama acaba hatırladığım kadın gerçekten Bayan Havisham mıydı? O şu anda benim kahramanım olabilir miydi? Kitabı baştan ele aldım. Bu kez de gösterime girdiğinde izleyemediğim  Mike Newell yönetmenliğindeki 2012 yapımı olan Great Expectation’ı izledim.



Yeniden okuduğum kitapta Bayan Havisham’ın aşka tutkulu, zamanı terkedildiği ana mühürlemiş bir kadın tanımlamasını doğru hatırladığımı gördüm; ama o yaşların verdiği romantizmle büyük resmi göremediğimi fark ettim. Bayan Havisham, zamanı durdurmuştu… O çok sevdiği, hayatının aşkı için… Peki, o adam sadece düğüne mi gelmemişti? Meğer Bayan Havisham’ın parası için onunla birlikte olarak onu dolandırıp kaçmıştı. Sonra da kendisinden haber alınamamıştı. Bir kadın kendisini aldatan, yalanlar söyleyen, sonra da düğün gününde onu gelinlikler içinde, düğün pastasının ve davetlilerin önünde terk edip giden adam için mi tüm hayatını zehir etmişti? Böyle bir adam için hayatını feda etmeye değer miydi? Bayan Havisham da herhalde bunları düşünmüş olacak ki özellikle bir kız çocuğu evlatlık edinmek istiyor. Sonunda kimsesiz bir kız çocuğunu himayesine alıyor ve onu sevgiden yoksun, erkekleri etkileyen; fakat asla onlara taviz vermeyen çekici bir genç kadın olarak yetiştiriyor. Bayan Havisham, erkekleri süründürecek, onların canını yakacak, onları acıdan yok edecek hayat eserini yıllarca ilmik ilmik işliyor. Estella, bu yetiştirme tarzı ile çocukluğundan itibaren kibirli tavırları ile dikkat çekiyor. Bayan Havisham da yetiştirme tarzını kontrol edebilmek için eve “Estella’ya oyun arkadaşı” adı altında köyden Pip adında bir çocuğun, belirli sıklıklarla evlerinde kendisini ziyaret etmesine izin veriyor. Böylece denek Pip, “Erkek soyunun Estella’dan çekeceği ızdırabın geçerliliğinin” ölçülmesinde kullanılıyor. Lakin bu deney, Pip’in kaderi oluyor ve Pip, Estella’nın tüm sevgisizliğinin sonuçlarını kendi ömrü ile kanıtlamış bulunuyor.

Bayan Havisham’ın hikâyesindeki ayrıntılara değinmek istiyorum. Düğün için her şeyin hazır olduğu o anda damadı beklerken kendisine gelen bir mektupla terk edildiğini öğreniyor. Ondan sonra da tüm saatleri durduruyor. Evdeki her eşya o andan sonra bir daha değiştirilmiyor, temizlenmiyor. Özellikle düğün töreninin gerçekleşeceği oda ve yiyeceklerin olduğu masa olduğu gibi bırakılıyor. Yıllar içinde yiyecekler bozulup çürüyor, pastanın üstünü örümcek bağlıyor; ama Bayan Havisham’ın talimatı üzerine kimse dokunmuyor. Evin tüm pencereleri o günden sonra ışık almayacak şekilde kapatılıyor. Bayan Havisham, o gün kendisini ruhen öldürüp düğüne dair tüm nesnelerle birlikte düğün odasının içine gömüyor. Zaten tek vasiyeti de “Öldüğümde beni bu masanın üstüne yatırın.” Aslında Estalla’yı yetiştiriyor oluşu, onun umudunu yitirmediğini gösteriyor; ancak onu yetiştirme amacının zehrini içine akıtmaya devam ediyor. Sonunda da bu zehir onu öldürüyor. Estella’yı sevgiden yoksun yetiştiriyor ve onun çok güzel, çekici bir genç kadın görüntüsüne bürünmesini sağlıyor. Tabi ki en önemli kısım, erkekleri cezbetmesi ve asla onlara yüz vermemesi. Öyle ki evlenmek için kendisine seçtiği erkek, çevresi tarafından hiç sevilmeyen, tasvip edilmeyen birisi ve Havisham’ın evlilik için bu erkeği seçmesindeki amacı; Estella’nın bu erkekle evlenerek diğer erkeklerin, Estella gibi bir genç kadının nasıl böyle birini seçtiği, sorgusu ile canlarını yakmak ve onların sonsuz bir ızdıraba katlanmak zorunda kalışlarını görmek. Sevgisiz kalarak kendisini diri diri mezara koyan Havisham, umudunu erkekleri sevgisiz bırakarak onlardan öç almaya adıyor; ancak gerçek anlamda ölümü yine sevgisizlikten oluyor. İlk olarak Estella’nın kendisini sevmemesini kabullenemiyor ve sonunda Pip’e yaptığı haksızlığı fark ederek yanıyor.**

Görüyoruz ki Estella, Bayan Havisham’ın hayatındaki en büyük başarısı olarak karşımızda duruyor. Bayan Havisham, kendisini azaba sürükleyen durumu tersine çevirmek isterken insanları yaşama bağlayan şeyin sevgi olduğunu unutuyor. O, gerçeküstü; fakat yenilmiş ve zaafları olan bir karakter. Bayan Havisham’ın onu aldatan bir erkek yüzünden seçtiği karanlıklar içindeki tüm hayatı; üzerindeki eskimiş, rengi griye dönmüş, yıpranmış tüllerinin bazı yerleri yırtık gelinliğiyle örümcek ağlı pastanın süslediği masanın etrafında, tekerlekli sandalyesi ile dolaşırken hep aynı saat diliminde yok oluşu. Bu arada da umudu ve sonunda umutsuzluğu olan kibir yüklü Estella’yı kalpsiz biri olarak yetiştirişi, onu kahraman yapar mı?


*Bayan Havisham’ın özellikle keyifli zamanlarında Estella’ya sık sık tekrarladığı sözleri.
**Bayan Havisham yanarak ölüyor; fakat mecazi anlamda da yanıp kül oluyor. 


Bu yazı daha önce Amargi'nin 2014 Kış "Kahramanlarımızsayısında yayınlanmıştır.



11 Nisan 2016 Pazartesi

Yeniden Başla


!f Bağımsız Filmler Festivali’nin kapanış filmi olarak seyrettiğim Demolition (Yeniden Başla), yönetmeni Jean-Marc Vallee’nin filmografisini takip etmek isteyenler için önemli bir film. Yalnız C.R.A.Z.Y gibi unutulmaz derinlikte bağlar ve Cafe de Flore’deki gibi derinlemesine bir işleyiş bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilir; ancak bu yönetmenin filmlerini kıyasladığımda geçerli bir durum. Diğer taraftan film tek başına tatmin edici oyunculuk ve hikâyeye sahip.


Buradan sonrası spoiler içerir, izlemeden önce okumak istemeyebilirsin!
Baştan sona Davis’i oynayan Jake Gyllenhaal’ın performansını izlediğimiz filmde, olaylar baştan gelişmeye başlar. Davis’in eşini kaybetmesiyle Davis’e odaklanılır. Eşinin her zaman hiçbir şeyi umursamadığını söyledi Davis, kendisini de karısının tanımlamalarıyla anlatır. Onu kaybedene kadar aslında kendisi hakkında hiç düşünmediğini fark ederiz; çünkü “O hiçbir şeyi umursamaz”.

Filmin ana fikri olan sözü de kayınpederinden (Chris Cooper) duyarız: “Bir şey tamir edebilmek için onu parçalara ayırman gerekir”. Davis de önce eşyalardan başlayarak bunu her şeye uygular ve sonunda karısını, tabi ki kendisini de tanımaya, anlamaya başlar. Buna çikolatasını vermeyen otomat şirketine yazdığı mektuplar da yardım eder. Karen (Naomi Watts) ve Chris (Judah Lewis)’in hayatına girmesi ile hem onların hem de kendi hayatının iyiye doğru yol aldığı görülür. Bu üçlünün hayatında bir şeyler daha anlamlı olmaya başlar. Karen ve Chris de artık birbirlerine karşı daha anlayışlıdır.   

Davis, Karen ve Chris’in ilişkileri, Davis’in karısının ailesinin derin bağlarına rağmen bazı sırlara sahip olmaları, zenginliklerine bağlı birtakım maddiyatçı yaklaşımları hikâyenin sonuna doğru bazı konuların açıklığa kavuşmasını sağlıyor. Davis’in bir yerden sonra eski yaşamına dair hiçbir şeyin kendine ait olmadığını fark etmesi, kendini tanımaya başlaması ve tabi ki “yeniden başla”ması eğlenceli bir maceraya dönüşüyor. İş pantolonu, güneş gözlükleri ve kulaklıkları ile umarsızca sokaklarda dans etmesi bir nevi çözülme anını yansıtıyor (Ayrıca iş pantolonunun da standart bir bedende, kilolu ve göbekli işçilerin bedenlerine göre alıp askı kullanması da dikkat çekici).


Yeniden Başla aslında bir farkındalık filmi; kendinin, etrafındaki insanların, evlerin, doğanın farkında olmak ve hayatının dizginlerini eline alma filmi. Sana biçilen hayatı değil kendi istediğin hayatı yaşamak üzerine bir film. Davis’in hiçbir şeyi umursamaması, hiçbir şeyi takmamaktan daha fazlasıydı; çünkü hiçbir şeyin farkında değildi ve tamamen başından sonuna belirlenmiş bir hayatı vardı. Boşvermişliği, karısının onu aldatmış olduğunu dahi fark etmemesine sebep olmuştu ve asıl önemlisi, karısı bunu dikkat çekebilmek için yapmıştı. Umursamazlığının sınırlarını görebilmek için. Muhtemelen hiçbir şeyi umursamayan kocasının kendisini de çok da umursamadığını biliyordu ve fark edilmek, gerçekten sevilip sevilmediğini bilmek istiyordu. Öylesine çekmeceye koyduğu hamilelik test sonucunu gizleme gereği bile duymamıştı. Davis ise, karısını aslında sevip sevmediğini hiç düşünmediği ve sonunda kendisini bu kadar seven bir kadına hak ettiği hediyeyi, anılmak için onun adına yapılacak bir hayır işi için en uygun olanı verdi. Bu tarafıyla, yani çok sevdiği adam tarafından bu denli görmezden gelinen bir kadının, kocası tarafından öldükten sonra anlaşılması buruk bir hikâye; ancak yönetmenin dramlar üzerinde uzun süre durmayan, daha çok eğlenceli bir anlatım çizdiği, Davis ve Chris’in arkadaşlığı ile de bu durumu vurguladığı bir film izliyoruz.