26 Mayıs 2015 Salı

Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız


Dikkat! Film hakkında detay içerir. İzlemeden okumak istemeyebilirsin.

Bir esrar taciri, bir fahişe, bir bağımlı, bağımlıyla uğraşan ve istediği arabayı alabilmek için bilmem kaç gün çalışan bir oğul, bir kedi, bir vampir… Tüm bunlar Bad City’de bir araya gelirse ne olur?

Bad City’nin süper kahramanı vampirimiz, şehrin kötülüklerine karşı savaşıyor. Önce esrar satıcısını ortadan kaldırıyor; çünkü o sadece esrar satmıyor, aynı zamanda fahişeleri kendisi için çalıştırıp onların payına düşen parayı da alıyor. O zaman cezalandırılmalı! Fahişe ise, gece sokaklarda dolaşan nadir insanlardan biri. Bu yüzden de vampirimizle sık sık karşılaşıyorlar. Vampir, onu yakından tanıyor ve bu işi bırakarak daha mutlu olabileceğini savunuyor. Ve fahişeye zarar vermeye çalışan bir bağımlı… Cezalandırılmalı!


Ana Lily Amirpour’un ilk uzun metraj filmi The Girl Who Walks Alone At Night/Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız, İran’ın ilk vampir filmi olarak tanıtıldı. Filmin çekimleri ise, Kaliforniya’da oluşturulan bir sette gerçekleştirildi. Filmin orijinal dili Farsça. Bunları filme dair genel bir kanı oluşturması için anlatıyorum; ancak ben hikayeye bakarım, diyorsanız hemen o kısma geçelim.

Vampir filmi deyince aklınıza gelen klasik vampirizm hikâyeleri ise, yanılıyorsunuz. Amirpour’un filminde vampirizme dayanan mitler, efsaneler yer almıyor. Vampirimiz (Sheila Vand), tabi ki sadece geceleri gezebilen bir varlık ve kan emiyor; ancak bunu sadece acıktığı için değil, karşısındakine zarar vermek için yapıyor. Bir bakıma cezalandırma, kötülüklere karşı savaş amacı güdüyor. İlk kurbanı uyuşturucu satıcısını, şehre kötülük getirdiği için ortadan kaldırıyor. Bunun dışında vampirimiz, gece herhangi bir genç gibi sokaklarda geziyor, kendisine hediye edilen küpelere seviniyor ve gündüzleri ise duvarları posterlerle kaplı evinde müziği açıp dans ediyor. Gece yarısı sokakta gördüğü bir erkek çocuğuna kötülük yapmamasını, hayatı boyunca onu izleyeceğini ve eğer bir şey yaparsa cezalandıracağını söylemesi, filmin özeti gibi.


Aslında filmin başında Arash (Arash Marandi) ile tanışıyoruz. Arash, James Dean tarzı giyimi, saçları ve gözlükleri ile Amerikan filmi izlediğimizi düşündürüyor. Arash ile vampirin tanışıklığı, Arash’ın çakma Kont Drakula olarak gittiği bir partinin çıkışında başlıyor. James Dean, Kont Drakula ve maskeli partiler… Burada Amerikan sinemasının ve bir nebze de yaşam tarzının etkisini görüyoruz. Yönetmen, bu örnekleri kullanarak karikatürize bir anlatıma gitmiyor. Daha çok sinemasal olarak bu etkinin kaçınılmazlığı ve kültürün baskın gelişine birer örnek olarak ele alıyor.

Arash’ın babası ile sorunları, babasının bağımlılığı yüzünden ortaya çıkıyor. Bir gün babası ile tartışıyor ve ayrılıyorlar. Babası, uzun zamandır hayalini kurduğu Bad City’nin fahişesi Atti (Mozhan Marnò)’nin yanına gidiyor; ancak Atti istemediği halde onun yanında olması vampirimizin hoşuna gitmiyor. Sonrası malum… Arash ve vampirimiz için ise, Bad City’i terk ettikleri mutlu bir son yazılmış.


Filmin, kahramanı vampir, ancak her şey Arash’ın iyiliği üzerine kuruluyor; çünkü Bad City’de iyi karakter Arash. Filmin siyah beyaz çekilmiş olması, görsel olarak etkileyici bir unsur. Bu seçim filmin kült bir klasik örneği gibi görünmesine sebep oluyor. Vampirizme girilmemesi ile vampir olan ana karakterin araç olarak kullanıldığını gösteriyor. Vampirin ölümsüz, güçlü ve bir kahraman olarak vurgusu, filmde sonsuz güce sahipliğin vampirlik ile ilişkilendirilmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan kadınlara karşı herhangi bir tehlike durumunda ortadan kaldırılan adamlar, olayların Atti’nin etrafında da geliştiğine işaret ediyor. Yani bir tarafta sadece babasına bakmakla yükümlü, işinde gücünde hayırlı evlat Arash’ın iyiliği, diğer tarafta da toplum tarafından kabul görmeyen bir mesleğe sahip Atti’nin mağduriyetini görüyoruz. Bu yönüyle kahramanımız, sadece kabul gören iyiliğin peşinde olmadığını gösteriyor.


Amirpour, geçen yıl Filmekimi’nde izlediğim Only LoversLeft Alive’den sonra hem sinemasal anlamda hem de vampir filmi olması ile keşfetmekten memnun kaldığım bir yönetmen oldu. Bundan sonra da kendisinin takipçisi olacağım. 

18 Mayıs 2015 Pazartesi

The Originals 2. Sezon İncelemesi*



Bu hafta The Originals’ın 2. Sezon finalini izledik. Dizinin bu sezonunda, Michaelson ailesinin geçmiş yaşamlarının ve ebeveynleri ile eskiye dayanan çatışmalarının derinliklerine indik. Köken vampirlerin neden ve nasıl vampir olduğunu detayları ile öğrendik. Tabii ki bu konuyla birlikte Klaus’un kızı için savaşı ve bu savaşın ana nedenlerini de öğrendik. Bu anlamda dizi her sezon için belli bir konsept geliştirmiş, diyebiliriz. İlk sezon New Orleans’a yerleşme ve eskiden onlara ait olan şehri ele geçirmeleri ile ilgiliydi. Bu sezon da Michaelson ailesinin geçmişine yönelik bir hikaye izledik. Önümüzdeki sezonun konusu da son iki bölümde belli olduğu üzere Davina’nın başına geçtiği cadı meclisinin şehirdeki doğaüstü varlıklara karşı açtığı savaş olacak.
2. sezonun ilk bölümlerinde, önceki sezondan kalan olayların çözüldüğünü gördük. Ay taşı yüzükleri ile güç kazanan kurt grubunun iktidarına bir son verildi. O konu biraz fazla uzamıştı ve hikayeyi ilerletmiyordu. Daha sonra, ilk sezonun sonunda da gördüğümüz üzere önce Esther ve Finn, daha sonra da Kol ve Michael ortaya çıktılar. Michael’i Davina geri getirmişti. Tüm aile bireylerini dizide görebildik; ancak asla bir arada değil!
Esther, Finn ve Kol başka bedenlerdeydiler ve Esther isterse başka bedene geçebilmeyi sağlıyordu. Esther ailesine sonsuz huzuru sunmaya gelmişti. Teklifi, vampir olmaktan vazgeçip ölümlü birer insan olmak ve dilerlerse cadılık güçlerini kullanabilecekleriydi. Bu seçime, çocuklarını ikna edebilmek için çok uğraştı. Özellikle Elijah’a fazlasıyla acı çektirdi. Böylece Elijah’ın bilinçaltına, “Kırmızı Kapı”sına ulaştık; ancak titizliği ve neden sürekli takım elbise ile dolaştığı dışında pek de bir şey öğrenemedik. Klaus ve kendisinin aşık olduğu Tatia’nın ölümüne sebep olması; ancak yüzyıllardır bunu yok sayması bilgisi önemli olabilir. Bu yüzden de Klaus’tan çekiniyordu; ancak Klaus’un Elijah’a yaptıklarının yanında hafif kalan bir olay olduğunu biliyoruz.
Bu arada tabii ki Esther, Klaus’u da ikna edebilmek için bir hayli uğraştı. Daha önce asla karşılaşmalarına izin vermediği Klaus ve onun biyolojik babasının tanışmasını sağladı. Böylece Klaus, özüne dönecek; yani sadece kurt genlerine sahip olacaktı; ancak Klaus, çok zaman geçmeden kızını korumak uğruna babasından kurtuldu. Esther’in tüm çabasına karşılık kardeşlerin vampirlikten vazgeçmeyeceklerini ve anneleri ile yüz yıllardır süren savaşlarında asıl sebebin sevgisizlik olduğunu açık bir şekilde gördük. Annelerinden nefret ediyorlardı; çünkü onlara ölümsüzlüğü vererek onları sonsuz yaşam ile lanetleyen kişi de anneleriydi. Bu yüzden ondan hem nefret ediyor hem de yeniden insana dönüşmek istemiyorlardı; çünkü asla annelerinin dediklerini yapmayacaklardı. Bu paradoks, her zaman ailenin temel çıkmazı, aile ilişkilerinin ve seçtikleri (seçmek zorunda kaldıkları) yaşamın bir parçası olarak duruyor. Diğer taraftan da baba Michael, yine onları öldürmek için gelmişti; ancak Davina’nın eline düştüğü için epey bir oyalandı.
Esther sonunda çocuklarını ikna edemedi; hatta tersine kendisi vampire dönüştü. Tabii ki bunu kabullenmediği için de mezarlardan birine kendini hapsetti. Esther’in ikna sürecinde Finn ve Kol da ona yardım ettiler. Özellikle Finn Cami’yi kullanması, kurtları örgütlemeye çalışması ile tam bir kötü adamdı. Kol ise, bir süre sonra Davina’ya takıldığı ve asıl derdinin Klaus’u öldürecek bir hançer için büyü yapmak olması üzerine Esther’den uzaklaştı. Ayrıca Rebekah ile de bitmemiş bir hesaplaşması vardı. Bu sezonda Kol, istediklerini gerçekleşti. Bu arada Kol’un kardeşleri ile geçmişten gelen anlaşmazlık nedenlerini de öğrendik. Özellikle Marcel aileye girdikten sonra Kol’un kıskançlığını, diğer taraftan da kendisinin dizginlenemez bir baş belası olduğunu gördük. Sonuç olarak Kol yine de Klaus ve Rebekah için uygun gördüğü cezayı dolaylı da olsa gerçekleştirdi.
Bu arada Hayley ve Jackson evlenerek ettikleri yeminle kurt lanetinden kurtuldular. İlk sezon sonunda melez olan Hayley, evlendikten sonra bu özelliğini sürüsüne aktardı. Böylece lanet bozuldu. Tabi ki Klaus önce bu evliliğe karşıydı; çünkü Klaus, kızı Hope’u korumak için gerçekten elinden geleni yapıyor ve onu asla başkalarıyla paylaşmak istemiyor. Jackson’un da üvey baba dahi olsa, kızı için bir baba figürü olmasını kıskanıyordu; ancak bu evliliği lehine çevirebileceğini düşündüğü için razı oldu ve onları destekledi. Düğünden sonra Hayley ve  Jackson’ı, Michaelsonlar’ın evinde kalmak için razı etti. Böylece kızını hep birlikte koruyacaklardı.
Hope’u koruma, gizleme ve onun için savaşma nedenlerine gelelim: 1. sezonun sonunda cadılardan kaynaklı bir sebepten ötürü Hope’u saklamışlardı. Esther’in de gelişi ile öğrendik ki durum Dahlia Teyze’nin lanetiydi. Çocuğu olmayan Esther’e her ilk doğan Michaelson’u kendisine almak şartıyla çocuk sahibi olabilmesini sağlamıştı. Bu yüzden de Esther çocuklarını korumak adına vampire çevirmişti; ancak Klaus’un kurt adam genleri çocuk sahibi olmaya engel değildi. Bu yüzden de Hope’u Dahlia’dan korumak gerekiyordu. Esther’in ise, ilk çocuğu Freya’nın akıbeti hiçbir zaman bilinmemesine rağmen bu sezonda onun yaşadığını öğrendik. Freya, Dahlia’dan kurtularak özgürlüğünü elde etmek istiyordu ve bu yüzden de kardeşleri ile anlaşma yapmak üzere gelmişti. Üstelik Dahlia, Hope’un peşine düşmüştü ve Freya da bu konuda kardeşleri ile birlik olmak istiyordu. Tabi ki Klaus, bu müttefikliğe karşı çıktı ve Freya’ya sonuna kadar güvenmemekte ısrar etti.
2.  Sezon Final Bölümü için Notlar:
  • Vincent Griffith’in söylediği “Karşıyımdır kardeşime, karşıyızdır yabancıya” sözü tam da Michaelsonlar’ı anlatıyor ve tabii ki 2. sezonun ana temasını özetliyordu.
  • Marcel’in “Michaelson paradoksu” dediği şey de kardeşler arasındaki durumu en iyi şekilde açıklıyordu. “Birbirini aynı anda hem sevmek hem de öldürmek gerekiyor.” Tabii ki Marcel de bir Michaelson.
  • Rebekah’ın dönüşü çok güzeldi; ama gidişi hiç iyi olmadı.
  • Esther, çok donuk görünüyordu. Bu Esther’den asla beklenmeyecek bir hareketti.
  • İki kız kardeş Esther ve Dahlia’nın hesaplaşması bu kadar kısa sürmemeliydi. Kül halinde, şimdiki yaşlarında dondukları birkaç saniye güzeldi; ancak genç yaşlarındaki barış anları biraz yavan kalmıştı. Bin yıllık hesaplaşma bu denli hızlı geçiştirilmemeliydi.
2. Sezon Geneline Yönelik Notlar:
  • Rebekah’ın yeni bedenine bir türlü alışamadım. O oyuncu başka bir rolde olsa severdim; ama asla bir Rebekah olamıyor.
  • Davina’nın egosuna yönelik geçerli sebeplerini anlıyorum; ancak bir türlü alışamıyorum.
  • Cami’nin Klaus ile romantik ilişkisinin seyirciye geçtiğini düşünmüyorum. Cami sezon başında Marcel ile birlikte tüm yazı geçirdiklerini söylememiş miydi? Bitmeli dediler ve bitirdiler!
  • Elijah’ın, Klaus’un son 2-3 bölümde dediği gibi Kırmızı Kapı’nın etkisinde kaldığını düşünüyorum. Hala kendine gelemedi. 3. sezonda Elijah’ı eskisi gibi görebilmeyi umut ediyorum.
  • Finn karakterini The Vampire Diaries’te kısa süre görmüştük. Silik bir karakterdi; ama The Originals’ta Vincent’in bedeninde inanılmazdı. Şu anda Vincent de inanılmaz bir performans sergiliyor. Sanırım bunu Yusuf Gatewood’un oyunculuğuna borçluyuz.
  • Kol’un geri döneceği ile ilgili konu da ilgimi çekmiyor. Büyük bir fan kitlesi olduğunu görüyorum; ancak ben daha çok büyük kardeşler ile ilgiliyim.
  • Hayley’e de The Vampire Diaries’teki iticiliğinden sonra ancak bu kadar ısınabilirim sanırım. Keşke Hope’un annesi olmasaydı. Sürüsünü de alsın gitsin, diyorum.
  • Freya’yı kapalı oldukları evde ilk gördüğümde gizemli gelmişti; ancak sonraları hiç etkileyici değildi. Üstelik yalıtılmış bir yaşam sürmesi ile etkileyici bir karakter olabilirdi. Bir türlü sevemedim.
  • Bu arada şu dizilerde gidenlere hiç üzülmüyorum da bir Oberyn Martell’e** bir de Aiden’in ölümüne içim sızladı. Aieden fark ettirmeden sevdirmiş kendisini.


  • Josephine, gizemli bir karakterdi. Biraz daha kalsa güzel olabilirdi.
  • Klaus ise her zaman dizinin kahramanı; ancak adam bir türlü yaranamıyor! Adam zekasıyla işi çözdü ve kızını korumayı başardı. (Tabi Gia’nın ölümünü saymıyorum.) Diğerlerine kalsa her şey alt üst olacaktı. Bir de başta baba olmak istemiyordu. Adam sahiplenince her şeyi yapıyor. Michael’i sevmemesinin tek sebebinin, Michael’in ona karşı hiç sevgi beslememiş olmasından dolayı olduğunu da öğrenmiş olduk. Sonda dinlediğimiz İngiliz aksanlı masalı da bugüne kadar neden vermemişler ki diye sormadan edemeyeceğim.
*Bu yazı daha önce (17.05.2015) birdizihaber.com'da yayınlanmıştır.
**Game of Thrones’un ölen karakterlerinden biri.