24 Kasım 2014 Pazartesi

Bana insanlığı verebilir misin Esther?*


(Eğer, The Originals‘ı 02×07’ye kadar izlediysen, gönül rahatlığı ile okuyabilirsin.)

The Vampire Diaries’in yan dizisinin çekileceğini ilk duyduğumda kökenlerin geçmişini daha iyi öğreneceğimizi, onların mitolojik hikâyelerine, aile ilişkilerine ve bu vesile ile de şu anki davranışlarının psikolojik temellerine derinlemesine inebileceğimizi düşünmüştüm. Bu beklentiyle izlemeye başladığım The Originals (TO)’ın ilk sezonu umduğum gibi çıkmadı. İzlemeye devam etsem de her hafta yeni bölüm için merak uyandırmıyordu (1-2 bölüm haricinde). Başından beri şehri kurtarmaya çalışmaları, son bölümlere doğru çocuklarına yaşayacak güvenli bir yer yaratma çabasına dönüşmüştü; ancak savaş bitmediği gibi düşmanlarının sayısı artıyordu. Bu yüzden 2. sezonda da şehri güvenli bir yere dönüştürmek için kurtlar-cadılar-vampirler üçgeninde sürecek bir savaş bizi bekliyor gibiydi. Neyse ki 2. sezon ilk bölümde bu savaşın seyri değişti ve köken kardeşler şu an aile içi mücadelelerini veriyorlar. Bu sayede onların çocukluklarından kalan 1000 yıllık hesaplaşmalarını izliyoruz. Bu eksende de aile içi ilişkiler, efsaneler, eski aşklar, ebeveyn-çocuk ve kardeşler arası çatışmaların iç yüzünü öğreniyoruz. Bu vesile ile de aslında ilk sezonda neden şehir için savaştıklarını daha iyi anlıyoruz. İlk sezon New Orleans’taki konumları için savaşmasalardı, onların Mystic Falls’tan direkt gelip New Orleans’ta hemen edindikleri yeri anlayamayacaktık.
Bu anlamda, The Originals 2. sezona iyi bir giriş yaptı. Önce şehirdeki düşmanlarını temizledi. Gerçi vampirler hala serbest bir şekilde dolaşamıyorlar; ama kökenler açısından sorun yok. Klaus’u dolunayda zayıflatan büyüyü de bozdular ve bu sırada da yakın düşmanları olan anne, baba ve kardeşlerinin yeniden dirildiklerini öğrendiler. Son iki bölümdür konu iyice derinleşti. Klaus’un biyolojik babasının da yeniden hayata döndüğünü izledik ve baba, yeniden baba-oğul ilişkisi kurmak için çabalıyordu. Esther de bu yüzden onu hayata döndürdüğünü, söylüyordu. Esther’in yeniden dünyaya gelme amacı ise çocuklarını ölümlü yaparak onların kaybettikleri huzura kavuşmalarını sağlamak. Her çocuğu için bir vaadi var. Vaatlerine karşı zaafları olacağını düşünerek bu sayede yeniden “insan” olmak için annelerine yalvaracaklarını ve annelerinin de onların isteklerini yerine getirerek onları huzura eriştireceğini, söylüyor. Finn ve Kol kardeşler, annelerini dinlemiş ve asıl genlerinin mirasına sahip birer cadı olarak ölümlü hayatlarına yeniden dönmüşlerdi. Esther’in Elijah’a vaadi ise, geçmişinde gizli kalan acılarını unutturarak onu yeniden huzura kavuşturmak ve bu sayede onun ruhunu tüm kötülüklerden arındırmak.  Klaus’a vaadi de kendi türünün hayatını yaşayarak bu sayede hiç yaşayamadığı baba-oğul ilişkisini biyolojik babasıyla yaşayabilecek olması. Elijah güçsüz kaldığı için özgür iradesini kullanamadı; ancak Klaus, annesinin tüm anlattıklarına rağmen annesinin tüm yaşattıkları uğruna dönüşmeyi reddetti.
Özellikle 6. bölümde öğrendiğimiz bir bilgi, bu sezona yön verecek gibi görünüyor. Hatta geçen sezonun çelişkilerine de açıklık getirdi. Esther’in bir aile sahibi olabilmek için yaptığı fedakârlığın, tüm neslini etkileyecek bir kara büyü olduğu gerçeğini, öğrendik. Esther, genç bir kızken kara büyüyü bırakarak evlenip bir aile kurmak ister. Mikael’le evlenir; ancak bir yıl olmasına rağmen çocuğu olmaz. O da ablası Dahlia’ya giderek ondan yardımcı olmasını ister. Esther, cadılıkta hiçbir zaman iyi olmadığı için büyü yapmayı bırakmıştır; fakat ablası bu konuda çok iyidir. Dahlia yardımcı olacağını; ancak bunun bedelinin ağır olacağını söyler. Esther kabul eder. Daha sonra Freya ve Finn dünyaya gelir. Elijah da annesinin karnındadır. Dahlia ise, Esther’in aile kurmasına karşılık ödeyeceği bedelin hesabını kesmeye gelir. Freya’yı alıp gider. Onu öldürecektir. Esther’in aile kurmak için yaptırdığı kara büyünün bedeli; kendisinin dünyaya gelen ilk çocuğu ve soyu devam ettiği sürece sonraki nesillerde ailenin doğacak ilk çocuğunun ölmesi gerektiğidir. Esther, dirense de Dahlia’ya engel olamıyor ve onu kara büyüye yeniden dönüp ona karşı savaşmakla tehdit ediyor. Dahlia ise, eğer direnirse tüm çocuklarını elinden alacağını söyleyerek oradan ayrılıyor. Daha önce ailenin Freya adında bir çocuklarının olduğunu duymamıştık. Esther’in, çocuklarını yaşadıkları yerleşimdeki kurt adamlardan korumak için vampire dönüştürdüğünü biliyorduk. Öğrendiğimiz bu sır ile asıl sebebin bu olmadığını artık biliyoruz. Onları vampire dönüştürerek çocuk sahibi olmalarını engelledi ve böylece kara büyünün önüne geçerek kendi yaşadığı evlat acısını çocuklarına tattırmayacaktı; ancak Klaus için durum farklıydı ve kurt adam genine sahip olduğu için Hope dünyaya geldi. Tüm cadılar Hope’u doğar doğmaz öldürmek istediler ve iyi bir planla da öldüğü sanılıyor. 1. sezonda cadılar, Hope’u öldürmek istemelerini, tüm cadılar için felakete sebep olacağı, şeklinde belirtmişlerdi. Bizler de Hope’un farklı güçleri olacağını düşünmüştük; fakat asıl tehlikede olan cadılar değil, Mikael ailesi. Hope ölmediğine göre Dahlia geri dönebilir. Tabi ki Mikaelson kardeşler böyle bir teyzenin varlığından haberdar değiller. Kendileri en güçlü ilk cadının anneleri olduğunu söylüyorlardı.
Köken ailenin sırları ortaya çıktıkça, bazı olaylardaki boşluklar dolmaya başlıyor. Esther’in çocuklarını yeniden insana döndürme çabasındaki ironiyi de yakında anlarız sanıyorum. Çocuklar, insanlıklarını yeniden kazandıklarında bir aile kurabilecekler ve Esther, o zaman onların ilk çocuklarını bu kara büyüden nasıl korumayı planlıyor acaba? Belki de Esther’in çocuklarını insana dönüştürme çabasında başka bir amaç vardır. Hope da ölmediğine göre Dahlia ile tanışacağız demektir.
*Bu yazı daha önce (23.11.2014) birdizihaber.com'da yayınlanmıştır.

22 Ekim 2014 Çarşamba

FilmEkimi’nde İzlediklerim (2014)

Bir FilmEkimi’ni daha bitirdik; ancak bu seneki festival nedense bana bir festival havasında gelmedi. Öncelikle Godard’ın Dile Veda (Goodby to Language), Kim Ki Duk’un Bire Bir (One on One) ve Çile (Stations of The Cross)’yi izlemek isterdim. Üçü de maalesef İzmir programında yoktu. Seçtiğim filmler arasında da benim için bir keşif olacak bir film olmamakla birlikte bu yıla dair hatırımda kalacak tek film Mommy.


Filmlere geçmeden önce uyarmak isterim ki bazıları detay içerir. İzlediğim filmlere yönelik ayrıntılı okuma için başlıkların üzerine tıklayınız. 

21 Ekim 2014 Salı

Elijah’ı Sisyphos Miti ile Okumak*



Elijah’ı The Vampire Diaries’te ilk gördüğümüzde, daha doğrusu ilk hissettiğimizde (Zira kendisini başta göstermeyerek bir gizem yaratmıştı.) ondan epey etkilenmiştik. Sürekli takım elbise giymesi, sabrı, öfke kontrolü ve vampirlerin kalplerini sökmedeki zarafeti etkileyiciydi. Hala da öyle. Elijah, köken vampirlerin en asili, kardeşler arasında en mantıklısı; hatta Michaelson’ların en mantıklısı diyebilirim.
Bu sonbahar 2. sezonuna başlayan The Vampire Diaries’ın yan dizisi The Originals’ın ilk bölümü ve TVD’nin de 6. sezon 2. bölümünde benzer bir atıf vardı. İki dizinin de bölüm sonlarında Sisyphos**’a gönderme yapıldı. Sanırım senaristler, bu ara Sisyphos’a sardırmışlar. O kadar sardırmışlar ki dizide de değinmeden geçmek istememiş olmalılar. TVD’deki tek cümlelik basit göndermeyi es geçersem The Originals’taki gönderme oldukça yerindeydi. Bölüm sonuna doğru Klaus ve Elijah arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
Klaus: Sonsuz bir dağa taş taşıyan adam gibi kurtuluşumun peşindesin.
Elijah: Hiçbir dağ sonsuz değildir kardeşim. Sadece bazıları diğerlerinden daha diktir.
Bu diyalogda Klaus’un abisine nadir itiraflarından birini izledik. Klaus, genellikle abisinin kendisi için yaptıklarını görmezden gelse de zaman zaman ona bir iki cümleyle gerçek düşüncelerini ifade ediyor. İki kardeşin; hatta ailenin ilişkisinde Elijah’ın kaderi, Sisyphos’unki ile benzer. Biraz geriye bakmamız gerekirse Elijah’ı ilk gördüğümüzde, yine kardeşi ile ilgili bir mesele yüzünden orada olduğunu öğrenmiştik. Kardeşi, kurt lanetinden kurtulmak için yıllardır bir görsel ikiz peşindeydi ve gerçekleştirmek istediği ayinde Elena’ya ihtiyacı vardı. Bu yüzden de Mystic Falls’a gelmişti. Tabi arkasından Elijah da… Yalnız hatırlarsak Elijah o sıralar, kardeşini öldürmek için Elena ve onun destekçileri ile birlik olmak istiyordu; ama son anda yine kardeşlik ağır basmıştı: “Daima ve sonsuza kadar.”
Bu ayin, TVD’nin 2. sezon sonundaydı ve artık kökenler de TVD’de bizimleydi. Elijah, sürekli kardeşinin arkasını toparlayan, onun bencilce davranışlarını bildiği için herkesin yararına olan ortak çıkar uğruna tarafları ikna eden bir mantık abidesi, bir ara bulucuydu. Onun kardeşinin hayatında nasıl bir yeri olduğunu ise dizideki geri dönüşlerle ve The Originals’ın anlatımıyla daha iyi anladık. İlk bölümden itibaren Elijah’ın Klaus için neler yaptığını ve kendi hayatını onun kuracağı hayat üzerinden planladığını gördük.
Elijah, Sisyphos misali hayatını kardeşi Klaus’u sürekli kaldırıp bencil yaşamından vazgeçirmeye, insanlığını yeniden ortaya çıkarmaya ve hayattan tat alması için ikna etmeye adamıştı. Daha vampire dönüşmedikleri zamanlarda, babaları, onlara kendilerini korumaları için eğitirken baba-oğulun sürtüşmelerinde arabulucu Elijah, anne-oğul ve kardeşler-Klaus arasında arabulucu her zaman Elijah. TO’nun bu sezon izlediğimiz geri dönüş sahnelerinde görüyoruz ki Marcel ile Klaus arasında da zamanında arabuluculuk yapmış. Üstelik Klaus, paranoyaları ile Elijah’ın hayatını her zaman kâbusa çevirirken… Elijah’ın aşık olduğu Celeste’in (cadı olan) ölümüne sebep olması, daha sonra ikisinin aynı kadına aşık oluşu… Elijah kendi hayatını her zaman geri plana atmış. Bazen bilerek bazen bilmeyerek; ama çoğu zaman görmezden geldiği için.
Elijah’ın hayatında, Klaus ve onun seçimleri Sisyphos’un her gün dağın tepesine taşımak zorunda olduğu kaya gibi. Elijah da Sisyphos gibi sürekli aynı şeyi tekrarlıyor. Ta ki günün birinde, bunun kendisinin kaderi olduğunu fark edene dek. Yazgısının bu olduğunu kabullendiğinde onu hor görüyor ve artık kabullenişinin keyfini sürmeye başlıyor. Kaderinin, sürekli olarak kardeşini kurtarmak üzere yazıldığını biliyor ve onun peşinden gidiyor. Klaus, Elijah’ın nesnesi haline geliyor ve Elijah’ın kurtuluşu, kendi kaderini kabullenişinde ise kim Elijah’ı yargılayabilir?
Şimdi TO’nun 1. sezon 1. bölümde Elijah’ın ağzından açılışını hatırlayalım: “Yaşadığım uzun süre boyunca aynı kanı taşıdığımız kişilerle sonsuza kadar bağlı olduğumuza inandım. Ailemizi seçemesek de bize sağladıkları bağ, en büyük gücümüz ya da en büyük pişmanlığımız olabilir. Bu talihsiz gerçek, kendimi bildim bileli aklımdan çıkmadı.” Görüldüğü üzere Elijah da “talihsiz bir gerçek”  olarak tanımladığı aile bağını, epeyce sorgulamış. Peki, ne zaman kabullenişe geçiyor? Acaba bunu şimdiye dek izlediğimiz bölümlerde görebildik mi? Açıkçası buradan sonrası benim için de henüz netlik kazanmadı. Hikâye ilerlediği sürece belki daha fazla bilgiye sahip olabiliriz; ancak şimdilik diyebilirim ki Elijah’ın kaderini kabullendiği nokta, babasının kendisine gelip Klaus’u öldürmek için yardım istediği zaman. O zaman öğreniyor ki Klaus’la aynı babaya sahip değiller. Yine de babasına karşı cevabı çok net: “Ben her zaman onu seçeceğim.” Buradan anlıyoruz ki Elijah, ailesini kendisi seçiyor ve kaderini net bir şekilde kabul etmiş oluyor. Sisyphos’un mitiyle Elijah’ın hikâyesinin özdeşliği, bu asil köken vampiri daha iyi tanımamızı sağlıyor.

*Yazı daha önce (20 Ekim 2014'te) birdizihaber.com'da yayınlanmıştır. 
**Yunan Mitolojisi’nde Tanrılara karşı geldiği için bir kayayı dağın zirvesine çıkarmakla cezalandırılan; ancak zamanla asıl cezasının, aynı şeyi her gün yapmak, olduğunu fark eden insan.

19 Ekim 2014 Pazar

Bay Turner (Mr. Turner)

Empresyonizm akımının öncüsü J. M. W. Turner’ın hayatının son 25 yılını konu edinen bu filmde yakın plan Bay Turner (Timothy Spall)’ın hayatını izliyoruz. Yaptığı resimlerde, ışığın yansımasını en doğru şekliyle kullanmaya çalışan Bay Turner, fırtınayı resmedebilmek için kendini bir direğe bağlıyor. Güneşin doğuşunu görebilmek için çok erken saatlerde kalkıyor veya onun doğduğu anda ilk görüldüğü noktaya gidip konaklıyor.

Babası, hizmetçisi ve kendisinin yaşadığı evde neredeyse herkes eşit oranda çalışıyor. Herkes görevini biliyor ve ona göre davranıyor. Bay Turner, sıradan bir ailede yetişmiş biri ve onun çok önemli bir ressam olması, onun hayatında bazı şeyleri değiştirmiyor. Babası ile ilişkisi çok iyi; ancak iki kızı ve onların annesi ile olan ilişkisindeki hırçınlığını ve umursamazlığını filmde göremedik. Onları kabullenmeyişinin sebebine biraz olsun değinilebilirdi. Hayatının sonunu geçirdiği kadın ile ilişkisinde ise mutluluğunu onunla çektirmek istediği fotoğrafta sonsuza denk yaşamak isteğinden öğreniyoruz. Bunun dışında Bay Turner, resmin dışında duygularını ifade edemeyen ve homurtusuyla meşhur bir ressam. Bu film de biyografik filmlerde karşımıza çıkan genel eksikliklerden nasibini almış. Bazı şeylerin sebebine dair bir fikrimiz olamıyor. Hayatının son dönemi ele alındığı; yani belirli bir kesit üzerinden hikayeleştirildiği halde film bizi çok farklı bir yere taşımıyor. Böylece Tuner'ın hayranı iseniz izlenebilecek türden bir film olmaktan öteye gidemiyor.

Vizyon tarihi netleşmeyen; ama bizde de vizyona girmesi bekleyen Bay Turner, özellikle biyografik film sevenler ve resme ilgili duyanların için izleyebileceği bir film.

İki Gün, Bir Gece (Two Days One Night)

Film, Sandra’nın iş yerinde yapılan bir oylama sonucunda 14’e 2 oy ile işini kaybettiğini öğrenmesi ile başlıyor. Patronundan pazartesi yapılacak kapalı oylama iznini aldıktan sonra Sandra’nın iş arkadaşlarını hafta sonunda ikna etmesi gerekiyor. Oylamada, Sandra’ya karşılık 1000 avro ikramiye verilmesi yer alıyor.

Film boyunca aktüel kamera ile Sandra’yı izliyoruz. Kendisi yaz boyunca gördüğü depresyon tedavisi sebebi ile işinden uzak kalmış. Yokluğunda o olmadan da işlerin yürüdüğünü gören yönetim 1 kişi daha fazla olmanın gereksiz olduğunu düşünüyor. Belçika işçi sınıfı aracılığı ile kapitalist sistemin bireyin üzerinde kurduğu performans baskısının sebep olduğu rekabeti izliyoruz. 

Mommy


Yazı, filmle ilgili detay içermektedir. 
Eşini 3 yıl önce kaybeden Diane (Anne Dorval)’ın, tek başına yetiştirmek zorunda olduğu şiddete meyilli oğlu Steve (Antoine-Olivier Pilon) ile ilişkisini izliyoruz. Diane, oğlu için her şeyi yapmaya hazır bir anne. Steve ise, hala babasının dinlediği müzikleri dinleyen, annesini seven bir çocuk. Gösterdiği şiddet ise, aslında korkuların bastırmak için oluşturduğu savunma mekanizması.

Yeni taşındıkları evde karşı komşuları Kyla (Suzanne Clément) ile sıcak bir ilişki kurmak bu üçlüye iyi gelir. Yalnız Kyla’ın hikâyesini tam olarak öğrenemedik. Diane, Kyla ve Steve muhteşem bir üçlüydüler; ama ben Diane ve Kyla arasındaki dostluğu anlatan bir film olsa diye düşünmeden edemiyorum. İki kadın arasındaki dostluk nadir bulunur cinstendi. Tabi ki o agresif Steve ile Kyla’ın arkadaşlığı da en başta yaşadıkları aralarındaki küçük sıra dayanıyor. İlk baştaki çatışmalarından sonra bunu hiç kimseye özellikle de Kyla’ın Diane’e anlatmaması onları birbirine yakınlaştırır. Kyla, anne ve oğula iyi gelirken onlar da Kyla’a iyi geldi. Steve’in deyişiyle “Steve etkisi”… Diane de onu anlatırken “Steve’le yaşamak çok eğlencelidir.” demişti ve gerçekten enerjisiyle etrafındakileri etkileyen bir çocuk izledik.

Bu tarz bireysel anlatımlı filmler, karakterlerin iniş çıkışlarıyla onların derinine inmemizi sağlıyor ve üzerinde düşündürüyor. Yalnız burada 3 kişinin hayatı paylaşımını görsek de asıl mesele hükümetin o dönem çıkardığı bir yasa ile ilgili. Diane, oğlunu kazanmak; aslında dolaylı anlatımla topluma kazandırmak için uğraşıyor. Yalnız daha önce Steve’in işlediği bir suçtan dolayı ıslah evi ile hastane arasında bir seçim yapmak durumunda kalıyor. Bireylerden yola çıkarak toplumsal sorunun kucağına düşüyoruz. O hayat dolu genç çocuğun babasının kaybıyla sadece kötü bir dönemden geçtiğini biliyoruz; ancak yerine getirilmesi gereken kurallar ve uyulması gereken kanunlar ailenin önünü kesiyor. Anne, oğlu ile devlet arasında kalıyor. İki kadın birlikte çocuğun yeniden kendiyle barışık bir hale gelmesini sağlıyorlar; ama o sırada mahkeme celbi geliyor. Devletin mekanik çözümlerle bireyin dünyasını alt üst edişini izliyoruz.

Yönetmen Xavier Dolan bundan sonra takibimde olacak. Filmde 1:1 ekran oranı kullanarak gösterdiği teknik farklılıkla Steve'in sıkışmışlığına bir gönderme mi vardı; yoksa sadece yeni bir şey denemek istedi, bilemiyorum. O üçlünün mutfaktaki dansı için yarattığı ambiyansta yönetmen ve oyuncular, üzerine düşen görevin hakkını vermişler. Ayrıca filmde 3-4 kez tekrar eden slow motion’lar hikayeye çok uygun. Hayatta mutluyken bir anda akıp giden, üzüntülüyken ya da acelemiz varken ise bir türlü geçmek bilmeyen zamanları slow motion’la vermesi, teknik oynamalarla anlatımı bozmamış, aksine anlatıma yerinde katkı sağlamış. Bu sahneler; Steve’in eve ilk geldiğinde kendini yatağa atması, markette bileğini kestikten sonra hastaneye yetiştirilme sahnesi, mutfakta dans ettikleri ve selfie çekildikleri sahne…

Diane ve Kyla’nın kolyelerine ise dikkat edin. Şu bir dönem moda olan isim yazılı kolyelerden birini Steve annesine hediye ediyor. Kolyede isim yerine “Mommy” yazılı. Diane, oğlunun hediyesini giyim tarzına uygun olmadığı anlarda bile boynundan çıkarmıyor. Kyla’nın ise 2 kolyesi var. Biri Steve’in de dediği gibi “nostaljik”. Şu, içine fotoğraf konan kalpli kolyelerden… İçinde kimin fotoğrafı var bilmiyoruz; ama sanırım kızının (Galiba bir kızı artık yaşamıyor.). Kyle’ın o kalpli kolyesinin yanında takılı olan diğer kolyesi ise sonsuzluk işareti. Bu kyle’ın, kızını unutmayışını, ailesine olan düşkünlüğünü gösteriyor ve artık bir ailesi daha var. Bunu son sahnede iki kadının vedalaşmasında çok iyi anlıyoruz. 

Tarzıyla ve izleyicinin karakterlerin derinlerine inebilmesini sağlamasıyla film, son zamanlarda izleme keyfi veren birkaç yapımdan biri. 



18 Ekim 2014 Cumartesi

İnsanları Seyreden Güvercin (A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence)

Filmle ilgili ayrıntı içerir.




Film Roy Andersson’un Yaşayanlar üçlemesinin son filmi. Özellikle baştaki üç farklı ölüm sahnesini izlerken çok eğleneceksiniz.

Filmde farklı yaşamlardan ve yıllardan kesitler izliyoruz. Makyaj, kostüm ve dekorda soğuk renklerin kullanımı, gerçeküstü bir ortama bizi hazırlıyor; fakat varoluşsal sorgulamalarıyla, kendi günlük yaşantımızı düşününce gerçekçiliği su götürmez. Absürd bir anlatım tarzına sahip bu filmde, tek eleştirim sahneler acaba 2-3 dk. daha kısa olsa konuyu anlayamaz mıydık? Sahneler sanki fazla uzundu. Bu yüzden de dikkatim dağılıyordu.

Yönetmenin “Modern zamanların Don Kişot ve Sanço Panza’sı” olarak tanımladığı ikilinin yaptıkları işteki amaçları ile kendilerinin tezatlıkları, birinin hayatı sorgulayışı ve dinlediği şarkıdaki “Hayat çok güzel; ama korkunç derecede de üzücü.” sözleri filmin genel özetini veriyor. Bir ara koridora çıkarak “Bu kadar üzmen gerekir mi?” (Cümleyi tam hatırlayamadım.) gibi bir soru sorması da günlerce kapandığı odasında hayatı sorgulamasının sonucu. Yalnız yanındaki iş arkadaşı, onun bu hallerine sürekli “Hasta mısın? Doktora görün istersen.” ve son sorgulaması üzerine odasından çıkıp “Bu aralar biraz felsefi takılıyor.” demesi, birinin hayatı sorgularken diğerinin bunu hiç anlamaması, verdiği cevaplarla da mizahi bir öğe katıyor.

İnsanların birbirine telefonda “İyi olduğunu duyduğuma sevindim.” demesi, sorgulamadan verilen klasik cevaplar. Absürd anlatımlı bu film, farklı dönemlere yolculuk yaparak varoluşsal bir sorgulamaya giriyor. Durakta bekleyen bir grup insanın "Bugün günlerden ne?" sorgulaması kadar basit; ancak bir o kadar da karmaşık varoluşumuzun sıkıntılarını, yönetmenin absürd tarzıyla izliyoruz.  

Leviathan

Açıkçası Leviathan’ı seçerken Andreï Zviaguintsev’in Dönüş’üne benzer kareler gördüğüm için tercih etmiştim. Filmin anlatım tarzına tabi ki bir diyeceğim yok. Nitekim yine Dönüş’teki gibi ayrıntıyı kaybetmeden izlemeye çalıştığım bir film oldu.


Leviathan’ı 2015 başında vizyonda izleyebileceğiz. Eyüp peygamberin hikâyesinden yolan çıkan filmde, Kolya’nın, arazisini satın almaya çalışan belediye başkanı Vadim ile yaşadığı hukuki süreci, Kolya’nın devleti karşısına alışını izleriz. Kolya bu süreçte her şeyini kaybedecektir ve onun sabrı önemlidir. Kolya, maddi ve manevi kayıplarıyla sabreder. Arazisi elden gider. Eşi ve arkadaşı onu aldatmasına rağmen eşiyle ilişkisini sürdürür. 

Film, dini kurumların siyasetin içinde olması ile bireyin hakkını yok sayarak asıl ilahi misyonundan uzaklaşmasını etkili biçimde anlatır. Bireyin mülkiyet hakkının önemsizliği, bireyin devlet karşısındaki değersizliği, devletin yüceliğini Kolya ekseninde izleriz. Diğer taraftan sona doğru iyice netleştirdiğimiz bir sorgulama sürecine de giriyoruz. Dini ve inancı olan insanın işlerinin yolunda gittiği/gitmesi gerektiği fikrinin savunusu ile inancı zayıf birinin hayatının akışının bozulmasının da inancının zayıflığı ile açıklayan dini araç olarak kullanışını görüyoruz ve bu paradoks önümüze toplumdaki ahlaki çöküşü cevap olarak getiriyor. Leviahtan, bireyin yok oluşunu hızlandırıyor; ancak yönetmen, Kolya'nın hikâyesi ile devlete karşı bireyin önemini gösteriyor. 

17 Ekim 2014 Cuma

Özgürlük Dansı (Jimmy’s Hall)

Vizyon tarihi netleşmese de yakında sinemalarda da gösterime girecek olan Ken Loach’ın bu son filmi, iç savaş sebebiyle yıllarını Amerika’da sürgün geçiren Jimmy’nin eve dönüşü ve ısrarlar üzerine yeniden halk salonunu açması ile gelişen olayları konu alıyor.

Bir grup “başkaldıran”ın, peder ve onun taraftarları arasındaki çatışma etrafında küçük bir kasabadaki kutuplaşmalara tanık oluyoruz. Pederin yapılan her hareketi din karşısında görmesi ve kapitalizm hakkında düşündükleri eğlendirici. Bunun dışında halkevi tarzında açılan salona, tüm kasaba halkının eğitmen olarak destek vermesi, pederin kumpaslarına karşı birlik olmaları ve Jimmy’nin sürgün sebebi ile geride bıraktığı hayatının izleri hikâye olarak bildiklerimizden farklı bir katkı sunmuyor; ancak yönetmenden ve onun anlatım tarzından dolayı izlemeyi tercih edebileceğiniz bir film. 

Miss Julie

Miss Julie, Kasım’da bizde Aşk ve Tutku ismiyle vizyona girecek. Bu filmde, 1800’lerin sonunda Miss Julie ve kâhyasının arasındaki tek gecelik bir ilişkiyi izliyoruz.

Miss Julie ve Kâhya John film boyunca birbirlerini bir itip bir çekerler. Sadece bazı anlarda ikisinin birlik olduğunu görürüz; ancak bu birlik durumunu da mutlaka biri, diğerini aşağılayarak bozmaktadır. John’un nişanlısı Kathleen ise, baştan bu durumdan rahatsız olarak odasına çekilir. Soylu ve alt tabakadan farklı iki kişinin birbirini etkilemeye çalışması, istediklerini elde edinceye kadar flörtleşmeleri sonrasında sabaha doğru ilişkinin düşüşünü görürüz.

İkili arasında çekişmenin, diyalogların, itip-çekmelerin Jessica Chastain (Julie) ve Colin Farrell (John) oyunculuğuyla 130 dk. ayakta kaldığını görüyoruz. Bu ilişkideki gel-gitleri izlemek hoştu; ancak zaman zaman çok sıkıldığımı söylemeliyim. Filmin tiyatrovari havası ve arada giren müziklerle (kısık sesli de olsa) müzikal bir hal alması beni pek çekmedi.  

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kök (I Origins)

Kök’te, moleküler biyolog Ian, uzun zamandır gördüğü hemen hemen her insanın gözlerinin fotoğrafını çeker.  Her insanın iris tabakasının farklı olduğunu kanıtlayarak gözün evrimine ilişkin kanıtlar sunmak istemektedir. Bu sırada, partide adını öğrenemeden ayrıldığı bir kadın vardır. Ian, irisinden Sofi’yi metroda bulur ve bir daha ayrılmazlar. Sofi’nin dünyaya bakışı Ian’ın tam tersidir. Manevi duygulara önem verir. Evlenmeye karar verdikleri gün içerisinde, takip eden saatlerde başlarına beklenmedik talihsizlikler gelir ve çiftin kaderi değişir. Burada kader diyorum; çünkü başlarına gelen talihsiz olaydan yıllar sonra Ian, kendi kanıtladığı tezinin aksine bulguların farkına varınca, bu konuyu incelemek için yola çıkar ve yine ancak kanıtlar sayesinde inanabileceği bir olay yaşar.

Filmde bilim ve Tanrı arasındaki sorgulamayı, bu ikisi arasında taraf olmayı ve kanıtlardan yola çıkarak ulaşılabilecek doğruları savunan bir bilim adamının hikâyesini görüyoruz. Aslında hemen hemen filmin ortasına doğru Ian’ın tezini çürütecek bir sonla karşılaşacağımızı az çok tahmin etmeye başlıyoruz. Bu açıdan bakıldığında klasik bir “bilime karşı Tanrı’nın varlığına inanmak zorunda kalmış bilim insanı” çıkarsaması yapılıyor; ancak yine de filmi izlemesi keyif verici, özellikle bilim-Tanrı arası bağları kurmaya çalışan filmleri seviyorsanız izleyin.  

3 Ekim 2014 Cuma

Mükemmelin Peşinde Alıngan Bir Ölümsüz*

Bazı uzmanlara göre alınganlık özgüven eksikliği olan kişilerde görülüyor; bazılarına göre ise alınganlık durumunun mükemmeliyetçilikle bağdaşıyor ve alınganlığın megaloman olmakla da ilgisi var. Bu tanımlamalar çelişkili olduğuna ve henüz uzmanlar açısından da alınganlık özelliği gösteren insanlara yönelik ortak tanımlama da olmadığına göre her birey alınganlık gösterebilir. Alınganlığın bireyin özelliği olabilmesi için tek bir karakter özelliğine bağlı olması gibi bir kural yoktur.

O zaman hepimiz biraz alıngan olabiliriz. Karşımıza çıkan olaylar, davranışlar ve kişilere karşı kırılganlıklarımız olabilir. Biraz alıngan olmaktan kimseye zarar gelmez. Ne de olsa fâni dünya! Ama ya yüz yıllardır yaşıyorsak? Yüzyıllardır karşılaştığımız tüm olay ve kişilere karşı tahammül sınırlarımız zorlanmışsa? Alınganlığımız bizi çevrelemişse? Bizi ne kurtarır acaba? Bu dünyadan çekip gitmek mi dersiniz?






















İşte tüm bu sorularla bizi film başlar başlamaz yalnız bırakan Jim Jarmusch, Only Lovers Left Alive (Sadece Aşıklar Hayatta Kalır/2013)’da yüzyıllardır yaşayan Adam (Tom Hiddleston) ve Eve (Tilda Swinton)’in gözünden bize bu dünyaya tahammülün sınırlarını gösteriyor. Adam ve Eve vampirdir. İki sevgiliden Eve Lübnan’da, Adam ise Detroit’de yaşamayı tercih etmiştir. İkisi de birbirinden farklı özelliklere sahip şehirlerde yaşamalarına rağmen ortak entelektüel zevkleri, Adam ve Eve’in eşyalarında, evlerini düzenleyiş tarzlarında kendisini gösterir. Eve’in yaşama bakışı pozitiftir; ancak Adam için durum tam tersidir. 


Uzun yaşamında Adam’ın karşılaştığı savaşlar, ölümler, acılar, zulümler artık onun bu hayattan vazgeçmesine sebep olmuştur. Onu ayakta tutan şeyler müzik, elektronik ve Eve’dir. Adam, tanınmamak için kendisini Detroit’te bir eve hapsetmiş gibidir. Bu şehri tercih etme sebebi de muhtemelen artık orada çok az kişinin yaşıyor olmasıdır. Dışarı ile bağlantısını sağlayan, kendisine ihtiyacı olan şeyleri alıp gelen Ian (Anton Yelchin) vardır ve o da Adam hakkında pek bilgiye sahip değildir.


Adam’ın yaşama dair alınganlığı insanlığın varlığıyla ilişkilidir. Ona göre insanlar hayatlarındaki güzelliklerin farkında değildirler. İnsanlar, birbirlerine ve çevreye zarar veriyorlardır. Sürekli birbirlerini yargılamayı görev addetmişler ve onlara zulüm etmişlerdir. Galileo, Newton, Darwin… Ve daha niceleri, yaptıkları çalışmalar, ileri sürdükleri fikirler yüzünden insanlar tarafından zarar görmüşlerdir. Adam, insanları “zombi” olarak adlandırır. Yaşamayı bilmeyen, sürekli birbirlerine ve çevreye zarar verenler bu türün zombilerden bir farkı yoktur. Adam’ın kırgınlıkları, onu kendi ölümünü tasvir ettiği güne kadar getirir. Adam, kırılgan bir vazgeçen gibi görünse de estetik görünmediği için yaşadığı binanın dış cephesindeki elektrik kablolarından vazgeçip kendi elektriğini üretecek kadar da naiftir.

Eve’in daha filmin başlarında Adam’ın yanına gelmesi ve Eve’in anı yaşamayı hayat felsefesi edinmiş kız kardeşi Ava (Mia Wasikowska)’nın da onlara katılımıyla Adam’ın ölüm planı rafa kaldırılır. Eve’in “Ölümsüzlüğün tadını çıkarmaya bak” öğüdü belki de Adam’ı vazgeçirmiştir. Eve’in böyle dediğine bakmayın; yine de kardeşi Ava kadar umarsızca yaşamanın peşinde değildir. Zira Ava’nın 80 küsur yıl sonra yeniden başlarına açtıkları dertten dolayı ikili birlikte Lübnan’a dönerler.


İnsanların genelinin kısacık yaşamında yaptıklarından rahatsız olan Adam, masum mudur? Kendisi de bunun farkında olacak ki taze kan almak için doktor kılığında gittiği hastanede yaka kartına isim olarak “Dr. Faust” yazması kendisinin de uzun ömründe masum olmadığını ve bunu kabullendiğini gösteriyor. Ona kan torbalarını para karşılığında veren doktorun Dr. Faust’u gördükten sonraki adlandırmalarında ise Adam, aynı zamanda bir Dr. Strangelove ve bir Dr. Caligari oluyor. Tanıdığımız sıradışı, ruhunu şeytana teslim etmiş, insanlığı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya meyilli karakterler. Ve Eve’in The Great Gatsby’deki Daisy Buchanan ismini kullanışı… Bu takma isimler ikisinin de masum olmadığı; ancak bu uzun yaşam boyunca masum kalmanın zor olduğu ve buna rağmen alınganlık arttığı için dünyanın katlanılamaz bir yer olduğu sorgusu içerisinde Eve’in de dediği gibi ahir ömrümüzde yaşama dair alınganlıkları bir kenara bırakıp zevk almaya bakmak gerektiğidir. Tam da Daisy Buchanan’lık bir durum.


İkilinin en yakın ve onlar gibi vampir dostları Christopher Marlowe (John Hurt), belki de en çok alınganlık göstermesi gerekendir. 29 yaşında bir saldırıda hayatını kaybeden, bazılarına göre ise koruma altına alınan Marlowe, Shakespeare takma ismiyle oyunlar yazıyorsa eğer, sonsuz yaşamında kendi kimliği ile yazamayışı, üstüne bir de artık temiz kan bulamayışından dolayı zavallı bir sona mahkûm oluşu onu daha kırılgan yapmaz mıydı? Yoksa bir yazar için yazdıklarına duyulan hayranlık, gerçek isminin bilinmesinden önce mi gelir?

Filmde karakterler, vampir mitlerinin aksine insan vücudundan beslenmemektedirler. Bunun bir sebebi de kendilerini korumak adınadır. Ne de olsa insanlar kendilerine gereken önemi göstermeden yaşamaya devam ediyorlar ve onlar da tek besin kaynaklarının güvenilir olduğundan emin olmak zorundalar. Adam ve Eve, yüz yıllar boyunca yaşadıkları yalnızlıkta kazandıkları alınganlıkları, alınganlığı megalomanlık ile birlikte açıklayan uzmanlarınkine denk düşüyor. Adam’ın yaşamına son vermek isteyişini bir anlık kendimizi onun yerine koyduğumuzda haklı görüyor olsak da aslında o, sadece mükemmelin peşinde olabilir. Evine getirttiği gitarlar (ki bunlar ya çok özel bir ağaçtan yapılma ya da özel birinin daha önce çalmış olduğu bir gitar oluyordu) ve kendi kurduğu düzeni içerisine Eve’den başkasını kabul etmeyişi… Adam’ın mükemmelin peşinde oluşu, onun dünyaya karşı alınganlığını arttırıyor; ancak yüz yıllardır yaşayan birinin alınganlıklarını kim haksız görebilir ki! Mükemmelin peşinden gitmeyi bırakmayacağına kesin gözüyle bakılabilir; ancak herkes gibi Adam da çelişkiler içinde yaşayan biri olduğuna göre zor zamanlarda fikrini değiştirme ihtimali her zaman vardır.


 *Amargi'nin 2013 Kış "Alınganlık" sayısında yayınlanmıştır.



26 Eylül 2014 Cuma

Filmekimine Az Kala

Yaz biterken sonunu filmekimi ile taçlandırmak, yazın üstüne bir cila çekmek birkaç senedir İzmir’de de adetten oldu. 15-18 Ekim arası filmekimi İzmir’de. Henüz filmlerin hepsini inceleyemedim; ama bu sene gün sayısını artırmışlar. 4 günden 5 güne çıkmış. Böylelikle tam anlamıyla bir festival havasına girebiliriz.

İzmir’de Filmekimi, 2 senedir olduğu gibi yine Karaca Sineması’nda. Yine Vodafone sponsorluğunda.
İzmir için programa şuradan ulaşabilirsiniz. Ayrıca kendi çizelgenizi oluşturabiliyorsunuz. Açtığınız link üzerinizde işaretlemelerinizi yapabilirsiniz.

Bilet fiyatları sanırım her yerde aynı. İzmir için daha önceki senelerde, gösterimlerden 1 gün önce gişeden bilet alınabiliyordu. Sanırım yine aynı olur. 

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Kış Uykusu

Sonunda, sırf izlemek için gitmiş olduğum bir Nuri Bilge Ceylan filminden tam anlamıyla sinemaya doymuş olarak çıktım. Bir filmde, diyalog, benim için her şey değil; ama uzun bakışmalar, imalar ve ‘gerçekçilik’ adı altında izlediğimiz uzun planların da filmin sonunda bende kalıcı bir tat bıraktığı söylenemez. Gerçi başlarda İsmail (Nejat İşler)’in kameraya bakışını gördüğümde, işte başlıyoruz, dedim. Neyse ki gerisi gelmedi ve ‘sürükleyici’ bir film izleyebildik.

Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmi Bir Zamanlar Anadolu’da da diğer filmlerine göre daha fazla diyalog vardı. Elbette ki bu filmi sürükleyici yapan sadece diyalogları değil.

Filmde, yönetmenin alışık olduğumuz fotoğraf karesi sahneleri yine ön planda. Bu artık NBC’nin filmlerinde oturmuş bir çekim tarzı. Uzak çekim, fotoğraf karesi gibi bir manzara ve izleyiciye sunulan uzun bir seyir zevki…

Kış Uykusu, Aydın (Haluk Bilginer), Nihal (Melisa Sözen) ve Necla (Demet Akbağ)’nın maddi rahatlıklarının aksine, manevi yaşamlarında bulamadıkları iç huzurlarının verdiği rahatsızlıkları barındırıyor. Aydın’ın, Necla ile sohbetlerinde, Aydın’ın yerel bir gazeteye gönderdiği yazıları üzerinden başlattıkları fikir tartışmaları, iki kardeşin birbirlerini acımasız yargılamalarıyla sonlanıyor. Aydın, zamanının şöhret yolunda önü açık tiyatrocusu (Kendisine oyuncu değil tiyatrocu denmesini istiyor; ancak yine de hemen ardından kendinden bahsederken “oyuncu” sıfatını kullanıyor.), kadınları etkileyen çekici bir erkek olduğunu, karısı ve ablası ile diyaloglarından öğreniyoruz. Aydın, tiyatro oyunculuğunu bırakıp kendisine, Kapadokya’da yeni bir hayat kurmuştur: Genç karısı, işletmeye çalıştığı oteli, alış-verişinden pek de bilgisinin olmadığını söylediği gayrimenkulleri ile…

Necla ise, ailesinden kalan bu topraklara gelerek kardeşi ile yaşamaya başlamıştır; ancak bir süre sonra aslında kocasını terk etmenin çok da doğru bir düşünce olmadığını söyler. Kendi iç hesaplaşmasında, Aydın ve Nihal’e yönelttiği sorular ile kendine cevaplar bulmaya çalışır.

Nihal’in Aydın’a yönelttiği suçlamalar, geride bıraktığı gençliği ve kapana kısılmışlığı; sadece kendisinden yaşlı bir adamla evlenmiş olmasından mıdır; yoksa Nihal’in cesaretsizliğinden midir?

İç huzuru sağlayamamanın verdiği çelişkiler, suçu kendinde aramanın cesaretsizliği, film içerisinde birinin, diğerine yönelttiği suçlamalarla çözüm arayışına girmesine sebep oluyor. Ancak kim çözüm arayışına girmeye kalkarsa, diğerine yönelttiği suçlamalarda, onun da kendine göre cevapları ile karşılaşıyor ve çözümsüzlük sürecinde derin bir sessizliğe gömülüyor. Çözümü ise gitmekte buluyor. Önce Necla’nın sessizce gidişi… Ardından Aydın’ın…

Necla’nın gidişi, Aydın ve Nihal’e üstü kapalı olarak yaptığı açıklamalarda gizliydi ve kardeşi ile yaptığı sohbet üzerine yanlarından ayrılışı, iki kardeşin, biraz, geçmişe de dayanan anlaşmazlıklarından mıydı; yoksa gitmek için türettiği bir bahane miydi? Aydın’ın gidişi ise, Nihal’in kendisine yönelttiği suçlamalar üzerine, ona serbestlik tanır biçimde, zaten gidecektim, edası ile bir kaçıştı. Nihal ise mekân değiştirmeden kendi düşüncelerinden kaçış arıyordu. Onun da kaçışı, yardıma muhtaç olarak gördüğü insanların yanında olarak vicdanını, böylelikle de zihnini rahatlatacağı bir yere idi.

Üç ana karakterin “diğerleri”ni de düşünüyormuş gibi yaşamaya çalışarak kendi iç çatışmalarını bastırmaya çalıştıkları, aslında ne başkalarına yaptıklarında, onlara fayda sağladıkları ne de iç çelişkilerinden kurtulabildikleri, kendi küçük dünyalarında yaşayan, etraflarında olup bitenleri, sadece masa başında 2-3 cümle kurarak işin felsefesini yapıp sözde okur-yazar, “aydın” kişiler safsatasından kurtulamayışlarını görüyoruz.

Necla’nın hiçbir şey demeden gidişi filmde kopukluk yaratıyor. Gideceğini bildirmese bile herhangi bir sahnede gidişine dair bir iz bulabilirdik. Aydın, odasına gittiğinde, kapıyı açmadığı için bir tahmin yürütebiliyoruz sadece. Diğer taraftan Aydın, mutfakta olduğu bir sahnede, masada otururken televizyonda Pepee’yi izliyor. Aydın’ın neden Pepee’yi izlediğini anlayamamıştım. Ortada bir çocuk da yoktu. Ancak Altyazı Dergisi’nin Nuri Bilge Ceylan’la yaptığı röportajda* bunu okudum (Çalışanların küçük bir çocuğu varmış; ancak daha sonra çocuklu sahneleri çıkartmışlar.). Bu anlamda, NBC, gerçekten işi kurguda çözdüğünü kanıtlıyor. Diğer taraftan filmde Necla’nın ağzından duyduğumuz “dış mihraklar” ve Aydın’dan duyduğumuz “çapulcu” söylemleri ile sanırım Gezi’ye selam vermek istemiş; ancak bunu yapay buldum. Gereksiz yere gözüme batan ayrıntılar oldular. Aydın ve Necla’nın o uzun konuşma sahnesinde ise, diyaloglar ve oyunculuk, NBC’nin yıllardır gizli kalmış suskunluğu gibiydi.




1 Mart 2014 Cumartesi

Bu Ülkeden Küçük Bir Kadın Geçti

Öncelikle yazımı okumadan önce uyarmak isterim. Bu, Kurt Seyt ve Shura romanına ait bir yazıdır. Romanı okumadan ya da yeni başlayacak diziyi izlemeden önce konu hakkında fikir sahibi olmak istemeyenler için okunması uygun olmayabilir.


Geçen gece benim için oldukça zor bir geceydi. Fransa’ya giden gemiye bindirip uğurladığım yolcum, bende derin bir hüzün bıraktı. Gece boyunca, o küçük kadının anılarından kopup yeni bir dünyaya açılışında, onu orada, tüm vakur duruşuna rağmen titreyen yüreği ile yapayalnız bırakışımıza içerledim. Bu satırları yazabilmek için duygularımın biraz da olsa sakinlemesi gerekiyordu.

Rusya’nın… St. Petersburg’un o muhteşem, görkemli yapıları içerisinde, varlıklı, eğitimli, asil ve bilgili insanlar arasında, Kırım Türkü genç bir asker (Kurt Seyit  Mehmet Eminof) ve Rus bir genç kızın (Alexandra Julianova Verjenskaya) unutulmayacak aşk hikâyesiyle başlayan Kurt Seyt ve Shura, bu iki genci bekleyen göç, savaş, ihtilal, acı, hüzün, keder, ayrılık, tutku ve kıskançlıklarla çevrili olaylar zinciri içerisinde ilerliyor. 1900’lerin Rusyası’nda bu iki gencin aşkıyla savrulmaya başlıyoruz. Bense bu aşkta en çok Shura’nın yaşadıklarına hüzünlendim.

Kurt Seyt’e ilk, Shura’ya Tatiana’nın evinde “Sana söz veremem” dediğinde içerlemiştim. Sonra onun asker olması ve cepheye gidecek olmasından dolayı durumuna hak vermiştim; ancak onun tek söz veremeyişi bundan değildi. Alışmış olduğu yaşam tarzı, bir askerin bir türlü yerleşik yaşama geçememesindeki o bağlanamayış ve o bağlanamayışın devamında tek kadına bağlı olamamak da vardı. Ve bu bağlanamayış Bolşeviklerden kaçtıkları zaman, Seyit’in Celil’in de kendisi gibi bir kaçak olmasından kaynaklı olsa gerek, Karadeniz’i onunla birlikte geçecek şekilde plan yapmaya başlayıp Tatiana ve Shura’yı Yalta’da bırakacağı zaman hala devam ediyordu. Seyit, her ne kadar Shura’nın Yalta’da kalmasının güvenli olacağını düşündüğü için bunu yapıyorduysa da daha birkaç ay önce babasının onunla sırf aşktan yana tercihini kullandığı için görüşmeyi kesmesi, Seyit’i tamamen Shura’ya bağlayamıyor gibiydi. Ne de olsa genç adam, babasının daha çok küçükken en güvendiği ve bu yüzden de eğitimine en önem verdiği evladıydı. Baba-oğul arasındaki bu bağ, Seyit’in aile geleneğine ilk karşı çıkışında zarar görmüştü. Seyit ve Celil’in, Seyit’in tek başına Yalta’dan ayrılacağı gecenin öncesinde Petro’nun yanına giderlerken Celil’in Tatiana’ya “Döneceğim, söz veriyorum” demesi üzerinden birkaç saat geçip iki gencin dönmediğini gören Shura, Seyit’in peşine düşerken Tatiana’nın, Shura’nın bütün ısrarlarına rağmen “Ben kalıyorum. Biliyorum Celil gelecek.” Demesi Tatiana ile Celil arasındaki bağın daha kuvvetli olduğunu düşündürtmüştü bana.

Shura ise, ilk gördüğü andan itibaren kapıldığı bu genç adama sorgusuz sualsiz bağlanmıştı. Daha en başından sonunun ne olacağını bilmediği bu macerada, kendi yoluna ne çıkarsa yaşamak için kendisine söz vermişti. O küçücük kız, bu sözün kendi yaşamına yön veren tek şey olabileceğini nereden bilebilirdi? Tatiana’nın evinde ilk kez birbirlerine ait oldukları o günden sonra uzun bir süre Seyit’ten pek haber alamamıştı. Çıkan ihtilalin ardından Yalta’ya gitmek için yola çıkan Celil, Tatiana ve Seyit, Seyit’in Shura’yı da bulduktan sonra gitmek istemesiyle istikamet değiştiren bir yolculuğa dönüştü. Sonunda birbirlerini bulan Seyit ve Shura, Celil ve Tatiana ile birlikte Yalta’ya gittiler. Shura bu yolculukta tüm ailesinden ve anılarından yine sorgusuz uzaklaştı. Yalta’da, Bolşevikler’in kendilerine iyice yaklaştıklarını öğrendikleri günlerde, bu insanlar arasında, ne dillerinden ne de yaşananlardan bir şey anlamayan küçük Shura, yine kendisini hayatın akışı içerisine bıraktı ta ki Seyit’in Karadeniz’i geçeceğini öğrendiği ana dek…

Shura, Seyit’i ikinci kez bulduktan sonra onu asla bırakmadı. Seyit’in onu yanlış anlayıp da hiç vakit kaybetmeden öfkesini başka bir bedende dindirdiğini öğrendikten sonra bile Seyit’ten vazgeçmedi. Bir kadının, dışarıdan, bir erkeğe güçlü bir karakter izlenimini bıraktığı anlarda bile aslında içinde kopan fırtınaları dindirmeye çalışan savunmasızlığını ve aslında onu hiç bırakmayacak yalnızlığını kimseyle paylaşamadığını anladığı o anlardan biri Shura’nın da ruhunu yakalamıştı artık. Shura, onu bu denli yaralayan erkeğin, ancak kendisinin de aynı duruma maruz kalacağında kendi duygularını anlayabileceğinin de farkına varmış olgun bir genç kadındı da aynı zamanda.

İki gencin aralarına başkalarını da aldıkları andan itibaren hayatları daha karmaşık bir hal aldı. Şunu hep merak edeceğim: Seyit, evlenmek isteyip de neden Shura ile evlenmedi? Acaba Shura, başka bir erkeği hayatına almasaydı hep Seyit’in olsaydı, Seyit, Shura ile hiç ayrılmaz mıydı? Ya da Seyit ailesinin anılarına, babasına saygısından mı Shura ile evlenmedi? Ya da hepsi birlikte tek bir sebep miydi? Yani bilinçaltında, babasına vefasından Shura ile evlenmeyişinin sebebini, aralarına başka insanlar girmiş olması ile mi süsledi? Neden Seyit?

Seyit, sen daha 12 yaşında ayrıldığın Aluşta’daki evinden çocukluğunu bırakarak çıktın. Yeni hayatına başlarken babanla yaptığın o iki günlük konuşmada birden genç bir adam olmak zorunda kaldın. Diğerlerine göstermediğin çocukluğunda, annesini özleyip gözlerine dolan yaşları bırakamayan küçük bir genç adam vardı. Oysa yalnızlığın seni, Shura’nın olduğu zamanlar hariç, hiç bırakmadı. Yine de Seyit… Sen bana göre hep çocuk kaldın. Shura’nın seni aldattığını düşünüp fevri karar verişinde, Shura’yı kırıp gönlünü almak için hep ondan bir adım bekleyişinde, senin için sorgusuz bir hayata atılan o kadının yerine başkasını eşin yapışında ve en sonunda onu terk edişinde, olgunlaşamamış bir erkek gibi davrandın.

Ahh Shura, ne kadar güzel ve özel bir kadındın… Hayatını sadece aşka ve tek bir erkeğe adadın. O güçlü yüreğin ne kadar da kırılgandı. Aileni bulmanın sevinci ile koştuğun erkeğinin ilk boş kaldığında seni aldattığını anladığın o an… Açıklama bekleyip de alamadığın o saatler, günler… Sonra Fransız bir denizci ile Seyit’in gözlerine aşkla bakarak çıkıp gittiğin o an… Acaba o adamdan gerçekten hoşlanmış mıydın? Seyit’e “… Ama, inan, bunu programlı yapmadım. Her şey kendiliğinden oldu.” dediğinde gerçekten öyle mi olmuştu? Bunu anlattıktan sonra kendini hıçkırıklarına bırakışına bakılırsa… Ahh Shura ne kadar da yalnızdın ve bunun ne kadar da farkındaydın…

Hayatına bir yön, düzen vermek istemene rağmen bunu birlikte olduğun erkeğe söylemeyecek, onun anlamasını bekleyecek bir gurura, sabıra ve olgunluğa sahiptin. Tüm aileni, geçmişini, hatıralarına bırakıp bir balıkçı teknesinde çıktığın yolculuktan sonra aynı sularda bir başka yöne yeniden, belki isteksizce; ama yine aynı güçlü duruşla yola çıktın. Tekneye kendi iradenle binmiştin; ama ya o yolcu gemisine…? Kalbini verdiğin erkek, onu ne derece kollayabilmişti? O kalp ne denli aşkla doluydu ki onu kollayabilmesi bir o kadar da güçtü...

Seyit’le tanıştığında küçücük bir kızdın; ama ne zamanki o balıkçı teknesinde Seyit’in yanında yerini aldın işte o zaman hikâyen başlamıştı. Ve sen Shura, seçtiğin yolda, çoğu kadının senin yerinde olmak istedikleri halde senin seçimlerini yapamayacak cesarette olmadıkları için her zaman kıskandıkları bir kadın olacaksın… 

Seni asla unutmayacağım Shuruçka…