22 Nisan 2015 Çarşamba

Filmmor İzmir’de!


2 yıl aradan sonra yeniden İzmir’e gelen Filmmor Kadın Filmleri Festivali’nin gösterimleri 25 – 26 Nisan’da Fransız Kültür Merkezi’nde.


Bu yılki teması “Kadınların Sineması, Kadınların Direnişi, Direnişin Sineması” olan festivalin gösterimleri ücretsiz olarak izlenilebilecek. İki gün boyunca İzmir’de sürecek olan festivalin ilk seansları saat 12.00’da başlıyor. 

19 Nisan 2015 Pazar

Tek Aşkım


DİKKAT: Filmin konusuna dair detaylar içerir. İzlemeden önce okumak istemeyebilirsin!

Tek Aşkım izlemesi zevk veren, eğlenceli bir romantik komedi; ancak ezber bozan türden. Sonuna kadar merakınızı dik tutan, sonunu tahmin edemeyeceğiniz bir film. Hatta filmi izleyenler arasında sonu hakkında fikir birliğinde olamayabilirsiniz.

Film Ethan (Mark Duplass) ve Sophie (Elisabeth Moss)’nin aralarındaki bir sorun sebebiyle gittikleri evlilik terapistinin odasında başlar. Çift, uzun süredir evli ve evliliklerini kurtarmak ister. Terapist, onlar için bir tatil önerir ve daha önce gönderdiği herkesin iyi bir sonuç kaydettiğini, söyler. Ethan ve Sophie’ye de bir tatil fikri hoş gelince olaylar gelişir.

Çift, hafta sonu için baş başa kalacakları doğanın içinde, sakin bir eve giderler. İlk gün etrafı gezerken aynı bahçeye bağlı küçük bir ev daha olduğunu fark ederler. Her şey o eve girmeleriyle başlar. Ethan ve Sophie, ayrı ayrı girdikleri evde, bir diğerinde görmeyi istedikleri, görmeyi umdukları ideal figürle karşılaşırlar.

Film, ilişkiye bakış yönüyle zaman içinde ilişkinin sıradanlaşmasına, çiftlerin birbirlerine karşı alışkanlık geliştirmelerine değiniyor. İki taraf da ilk zamanlarda karşısında duran eşi arıyor. Hatta onun idealize edilmiş halini. Bu açıdan film, çiftlerin kendileri ya da karşısındakiyle bire bir yüzleşmesini anlatmıyor. Sadece, gerçekte ne istediklerine odaklanıyor.

Ethan ve Sophie ise, bu süreç içinde aslında bir tuzağın içine düşüyorlar. Şimdi, sıra tuzağı öğrendikleri halde birlik mi olacaklar; yoksa karşılarına çıkan durumu kendi lehlerine mi çevireceklerine geliyor. Başta da söylediğim gibi sonunda durumu anlıyorsunuz; ancak tartışmalı olan kısım, Ethan ve Sophie’nin tercihlerinin bilinçli olup olmadığı yönünde.


Eğer film, komedi yerine dram olsaydı sanırım asıl önemli konu bu olurdu. Yani tercihleri konusunda kimin daha istekli olduğu, bunun ilişkinin ahlakına uygunluğu, sebepleri ve sonuçları açısından irdelemeye geçilebilirdi; ancak film, sizi hikâye ve kurgu bakımından komedi unsurları bağlamında bir sorgulamaya yönelttiği için böylece durumu eğlenceli yönünden yorumlamaya itiyor. Sanıyorum ki tüm bu sayılanlar yönetmenin (Charlie McDowell) de istediği şekilde izleyicisini yönlendirdiğini ve buna bağlı olarak başarısını gösterir. 

11 Nisan 2015 Cumartesi

Kabile


Ukraynalı yönetmen Miroslav Slaboshpitsky'nin ilk uzun metrajlı filmi olan Kabile, işaret dili ile çekilen, altyazısız bir film. İşaret dilini biliyorsanız daha iyi anlayacağınız, bilmiyorsanız da genel olarak verdiği duyguyu hissederek salondan ayrılacağınız bir film.

İşitme engelli öğrencilerin kaydolduğu denizcilik okulunun ilk gününden başlayan hikaye, okula yeni başlayan Sergey’in, okulun kurulu düzenine adapte süreciyle bize sunulur. Okulda varolan hiyerarşik düzen, Sergey’in gücü ve uyumluluğu sayesinde onun herkes tarafından kabul görmesine sebep olur. Ancak kabile üyelerinden birine aşık olan Sergey, artık düzene ayak uyduramaz ve dışlanır. Düzenin içinde yer alamadığı ve duruma katlanamadığı için sonunda, düzeni bozacak olan kesin bir çözüm bulacaktır.

Küçük toplulukların kendi düzenlerini kurdukları ortamlarda uyum sağlayanlar yaşamlarına devam ederken uyum sağlayamayan ya da düzene karşı olanlar ihraç edilir, cezalandırılır. Düzenin kurallarına katlanamayanlar ise düzeni bozmak için elinden geleni yapar. Sergey’in de düzene karşı tutumu, ahlaki tavrının ötesinde duygusal bir davranış sergilemesi ile gerçekleşiyor. Sevdiği kız öğrencinin, düzen dışı davranmayışı ve Sergey’i kabullenmeyişi yüzünden Sergey, düzene karşı tavır alır.


İlk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan film, festivalde üç ödül aldı. Henüz bizde vizyon tarihi belli olmayan filmi, küçük toplulukların hiyerarşik düzen içinde aidiyetlerini, kabullenişlerini, karşı çıkış noktasında sergiledikleri tavrı konu ediniyor. 

10 Nisan 2015 Cuma

Norveç


Filmin son 10-15 dakikasına kadar filmin isminin “Dans Eden Vampir” olması gerektiğine kanaat getirmiştim. Neyse ki sonda film belirli bir mantığa ulaşabildi. O da kendi düzeyinde…

Zano’nun belirttiği gibi “Kalbinin durmaması için” sürekli dans etmeye ihtiyacı olması film boyunca beni rahatsız etti. Zano, arkadaşını bulmak için geldiği 80’li yılların Atina’sında bir bara girer ve burada tanıştığı birbirinden farklı insanlara takılıp kendisini, gecenin bir vakti eğlencenin artık sona erdiği bir ortamda bulur.

Barda çalan müzikler, duman altı, loş ortamın aksine kanın neon renklere sahip olması ve Zano’nun öldürmekten çok eğlence düşkünü bir vampir olması ile hikaye devam eder. Zano arkadaşını beklerken az önce vampire dönüştürdüğü erkek ve onun yanındaki kadınla bardan ayrıldığında artık bambaşka bir tehlikeye yaklaşır. Zano burada vereceği karar ile hayatına yön verecektir.


Filmin yarattığı ortam ve sonunu bağlama biçiminden hoşlanmadım; ancak bir şekilde sona varabildiğime de sevindim. O son sayesinde, Zano’nun karakterine tam olarak hakim olunuyor. Vampir hikayesi sevenler için izlenebilir bir film; ancak filmde vampirlere ait yaşam geleneklerini değil, daha çok sahip oldukları ölümsüzlüğe bir atıf göreceksiniz. 

Turuncu Ceketli Adam


Film, kapalı alanda geçen korku filmi türlerinin bir örneği. Merkezden uzak, ormanlık bir alana yakın, etrafında başka evin olmadığı büyük bir evde geçen korku dolu birkaç gün.

Filmin yönetmeni ve senaristi Aik Karapetian. Litvanya yapımı bu film, tersane işçilerinin işten çıkarılması haberi ile başlıyor. Tersanenin sahibi verdiği karardan sonra malikanesine geliyor ve birkaç gün sonra da kısa bir tatile çıkacak… Ancak işten çıkarılmasının hesabını sormaya gelen genç işçi, daha en başta malikaneye girerek patronunu ve karısını öldürür. Asıl hikaye de bundan sonra başlar.

Filmde sınıfsal ayrımın yavan bir ideolojik eleştirisini görmüyoruz. Aksine, özenilen zengin hayatının, rahat yaşamın bir nebze olsun tersine anlatımını görüyoruz. Tersane işçisi cinayeti işledikten sonra patronunun hayatını yaşamaya başlıyor. Malikane sınırları içerisinde sürdürmeye çalıştığı zengin hayatının sonunda işler umduğu gibi gitmiyor ve kendisini inandırdığı bu hayatın kahramanı olunca sonunun da nasıl olacağını tahmin etmek zor değil sanırım.

Filmin anlatımı sade ve amacına ulaşıyor; ancak anlatım sürecinde film süresi uzun olmasa da zaman zaman ilgi dağılıyor. 1-2 sahnenin neden konduğu ile ilgili açıklık var ve bunu da sanırım “işçinin psikolojisi yüzünden” diyerek geçiştirmek mümkün değil. Anlatımdaki benzer eksikliklerin dışında, bütününde hikaye, derdini başarılı bir şekilde anlatıyor.


Hayvan Düşü



Danimarka yapımı film, adada yaşayan küçük bir toplumun hikayesini konu ediniyor. Hikayenin başlangıcı (bizim bildiğimiz kadarıyla) Marie (Sonia Suhl)’nin annesinin gençliğine dayanıyor. Marie’nin annesinin bir “rahatsızlığı” var ve biz de bunu Marie ile birlikte öğreniyoruz.

Film, küçük toplulukların, düzenlerini korumak için kendi kurallarını koydukları ve kendi yöntemleri ile çözdükleri sorunları üzerine bir hikaye. Kurt adam miti de bu hikayenin aracını oluşturuyor. Bu kez anneden kıza geçen, kadın soyunun devamı üzerinden kalıtımsal bir doğaüstü güce tanık oluyoruz. Marie’nin annesinin ada yaşayanları tarafından bilinen bir hikayesi var; ancak kadın tekerlekli sandalyede bir engelli hayat sürdürmeye mahkum edilmiş. Oysaki tek “engeli” doğaüstü güçlere sahip olması ve kendi yoluna çıkan erkeklere karşı gücünü kullanması. Bu yüzden de erkek gücünün egemenliğindeki toplulukta ada doktoru tarafında kendisine verilen ilaçlar sayesinde ehlileştirilmiş.

Adaya karşı onu tek koruyan; ancak korumasını sadece onu toplumdan izole ederek gerçekleştirebilen eşi Far (Lars Mikkelsen). Far, Marie’de de annesine benzeyen değişimleri gözlemleyince onu doktora gönderiyor ve tedaviye başlamak istiyor; çünkü onu da bu toplumdan, onun erk’lerinden korumayı amaçlıyor. Marie, annesinin de desteği sayesinde tedaviyi reddediyor ve doğasına karşı koymuyor. Far, kızına karşı korumacı tavrının yanında, ondaki gücü ve varolma savaşını görerek sonunda onu destekliyor ve kendi yolundan gidişini destekliyor.

Topluluğun egemen tavrının aksine, bu iki kadının destekçileri kendilerine aşık olan erkekler. Bir tarafta eş ve baba Far, diğer tarafta Marie’yi seven Daniel (Jakob Oftebro). Daniel, Far’a göre kadına ve onun gücüne, başkaldırışına daha fazla güveniyor olmalı ki en başından ona destek çıkıyor. Far ise, zamanında çok fazla korumacı davranmasına rağmen yine de karısının elinden kayıp gidişine, onun doğasının bastırılışına tanık olan deneyimli bir eş ve baba olarak kızına destek veriyor. Onun desteği hem adanın sözde korumacı, adaletli tavrına bir başkaldırış hem de eşinin haklı davasının intikamı niteliğinde. Aslında bu açıdan bakıldığında Far’ın desteği de erkek egemenliğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Zira kadın kendi gücünü ancak kendisine destek olan erkekler sayesinde gerçekleştiriyor. Film, bu okumayı tersine çevirmek için kurt adam/kadın mitini kullanmış olabilir. Böylece erkeklerin desteğinin ya da engelinin önünde kadın doğasının gücü her şeyden üstün kılınıyor.  

Film kadın-erkek, toplumsal-hiyerarşik düzen bağlamında etkin bir anlatıma sahip; ancak bitişindeki intikam şekli ve fotografik anlatımı ortalama düzeyde. Danimarka filmlerinin donukluğunu sevenler, kadının gücünü ortaya çıkaran bir anlatım görmek isteyenler için etkileyici bir film.