13 Ekim 2015 Salı

The Lobster

Distopik bir hikayeyi beyaz perdede izlediğimiz The Lobster, Yorgos Lanthimos’un, kendi ülkesi dışında çektiği ilk film olarak yer alıyor. Hollywood yıldızlarını, oyuncu kadrosunu eklemiş olsa da bende Carol’daki kadar iticilik uyandırmadı. Hatta neredeyse bu filmi Colin Farrell yüzünden eleyecektim ki iyi ki yapmamışım.

Bekar olmanın yasadışı olduğu bir toplumda eşi olmayanlar için özel bir hizmet de yer alır. Bir otelde 45 gün boyunca konaklayarak eşlerini bulmak zorunda olan bireyler, eğer bulamazlarsa kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürülür ve ormana bırakılır. 45 gün içinde eşlerini bulanlar, birlikte çift kişilik odaya geçerler, sonra teknede yaşamaya başlarlar, en son olarak da bu testlerin sonunda başarılı olurlar ise, dışarıdaki yaşamlarına birlikte dönerler.

Buradan sonra spoiler içerir, izlemeden önce okumak istemeyebilirsin.
David (Colin Farrell), seçtiği hayvana dönüşmemek için çaba gösterir; ancak seçmiş olduğu eş, onun oyununu fark edince David’e de firar etmek düşer. Bu sefer de orman içinde başka bir gruba dahil olur. Ormanda da hiyerarşik bir sistem işler. Grubun lideri, ilk andan itibaren kuralları David’e sayar. Burada da oteldekinin aksine hiçbir şekilde eş olmamak gerekir. Flört yasaktır, öpüşmek ve seks de yasaktır. Yine otelin aksine mastürbasyon serbesttir; ancak bu kez de David, eşini seçer.


Hikayede, tam anlamıyla her ortamda bireyin toplum nezdinde karar vermesi isteniyor: Bireysel kararlar verilemez, bireysel seçimler ancak topluluğun öngördüğü şekilde yapılmalıdır. Önce toplumun istediği rollerden “eş” olma mecburiyeti var. İtiraz edip firar edince de tersi durum söz konusu. David ise, eş bulma zorunluluğundan dolayı otelden kaçtığı gibi bu kez de ormandaki topluluk içinden sevdiği kadın ile firar etmeye kalkıyor.

Filmde, her iki toplulukta da eş, ruh eşi gibi kavramlar, “ortak noktalar” kısmında birleşiyor. Eş olmak birbirini tamamlayıcı olarak değil de tam anlamıyla aynı özelliklere sahip olmak ya da aynı özelliklerden yoksun olmak olarak görülüyor. Bu kolaycılık da distopik toplumun işleyişini kolaylaştırmak için bulunmuş bir çözüm olabilir ya da günümüzde de insanların gerçek sevgiyi belirli kalıplara sokarak yaşamalarına getirilmiş bir eleştiri de olabilir.

Filmdeki dış ses, bizi olaylardan yalıtıyor ve özdeşleşme olanağını ortadan kaldırıyor. Bizi saran bu yabancılaşma duygusu bir yere kadar başarılı olsa da yine de kendimizi, David ve sevdiği kadının (Rachel Weisz) tarafında buluyoruz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder