14 Ekim 2015 Çarşamba

Filmekimi’nin Ardından

Bir Filmekimi’ni daha bitirdim. Bu sene 10 film izledim. Özellikle The Witch’i izlemeyi çok istemiştim; hatta başta programa alınmamıştı, sonradan eklendi de İzmirliler de izleyebildi. Yalnız film beklendiğim gibi çıkmadı. Filmin başta gelen özelliği “Efektlere yer vermeden izleyiciyi tedirgin ediyor oluşu”ydu; ancak filmin yer verdiği dini motifler ve ortaçağ hikayelerini içselleştiremediğim ve kullandığı müzikler yüzünden beklentim boşa çıktı. Açıkçası türe karşı ilgim yüksek olduğu halde filmin abartıldığını düşünüyorum.

İnatçılar, Carol, Gençlik, TheLobster anlatmak istedikleri konuyu net bir şekilde ifade eden başarılı filmlerdendi. The Club, işlediği konu sebebiyle filmden sonra da üzerinde konuşulacak konular biriktirebildiğiniz bir filmdi. Ben, Earlve Ölen Kız eğlenceli, Bir Varmış BirYokmuş ise peri masallarının etkileyici görselliğinde zevkle izlenen filmlerdi. İnsanın Değeri, oyuncunun adlığı ödülü hak ettiğini gördüğümüz; ancak başlattığı eleştiriyi bitiremeyen bir filmdi. Uzaktan ise, iki erkek arasındaki yakınlaşmayı, net bir ifadeye yer vermeden, gereksiz sahneler ile uzatan sıkıcı bir filmdi.

Genel olarak Filmekimi zayıf bir programa sahipti. Belki de İzmir programı böyledir, bilemiyorum. Çarpıcı bir film izleyememekle birlikte festival bana Rachel Weisz’i kazandırdı, kameraya çok uygun olduğunu düşünüyorum, onu izlemek çok zevkli. Diğer taraftan İnsanın Değeri ile Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Vincent London gibi rolünün hakkını veren yetenekli oyuncuyu izleme ve keşfetme fırsatını yakaladım.



Not: Filmlerin üzerine tıklayarak yorumlarımı okuyabilirsiniz. 

İnsanın Değeri Ne ile Ölçülür

İnsanın değeri nedir? Ucunda çok değerli bir şey varmış gibi peşinde koşulan indirim kuponlarının toplamı mı, yoksa marketin verdiği alışveriş kartında biriken puanlar kadar mı? Belki de insanın değeri vücut dilinden anlaşılır. Sizinle göz teması kurmasından ya da sizin selamınıza karşılık vermesinden…

 İnsanın değeri, kapitalizmin bireye sunduğu değerlerin toplamında saklı. Hepsinden birkaçına sahip olursan belki değerin artar. Belki ben de seni görürüm ve sana bir iş veririm. Bir dahaki alışverişini ödeyebileceğin kadar puan kazandırırım.



İnsanın Değeri (The Measure of a Man / La Loi du Marché), 2015 Cannes En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Film, kapitalist sistem eleştirisi olarak karşımıza çıkıyor ve insanın değerini sorgulamamıza sebep oluyor. Getirdiği eleştiri yüzünden görülmesi gereken bir film olmakla birlikte filmin sonu ve eleştiriyi getirdiği son noktayı bağlayamayışı dolayısı ile bir İki Gün ve Bir Gece (Two Days and One Night) olamıyor. Filmler arasındaki zaman farkından dolayı filmin konusunu görür görmez Dardenne Biraderler’in İki Gün ve Bir Gece’si aklımıza gelse de aynı tadı bu filmden alamadığımı söylemek zorundayım.


İnsanın Değeri, 51 yaşındaki Thierry (Vincent London)’un iş arayışı ile başlıyor. Bu süreçte karşısına çıkan zorlukları, iş başvurusunda nasıl davranması gerektiğine dair aldığı eğitimleri, kredi almak için uğraşını, iş görüşmelerini vs. aktüel kamera sayesinde hikayenin içine girerek izliyoruz. Hatta son bulduğu işi öğrenirken başına gelenlerin bir kısmını eğlenceli buluyoruz; ancak sonrasında işler değişiyor. Thierry de zar zor bulduğu işinden zevk almıyor olsa gerek sonunda orayı terk ediyor; ama bu temelli bir gidiş mi bilemiyoruz. Yani kapitalizm eleştirisi olarak izlemeye başladığımız film, öylece ortada kalakalıyor. Görüyoruz, tanık oluyoruz, bir şey yapamıyoruz ve sonra da salondan çıkıp gidiyoruz; tıpkı Thierry’nin yaptığı gibi. Oysaki İki Gün ve Bir Gece, bu anlamda sağlam bir eleştiri getirerek insanlık dersi vermişti. Her filmde, gerçek bir son beklemiyor olsak da kapitalizm eleştirisini de net olarak göremediğimiz aşikar. 

Şeytan ile Karşılaşma

The Witch, Ortaçağ halk hikayelerinden yola çıkarak hazırlanmış bir film. Bunun için detaylı bir araştırma süreci başlatılmış ve filmin hikayesi ortaya çıkmış. Özellikle din, Hıristiyanlık, cadılık gibi temel temalar üzerinden ilerleyen The Witch, 17. yüzyılda İngiltere’de yaşayan William (Ralph Ineson) ve Katherine (Kate Dickie)’in beş çocuğu ile yaşadıkları kasabadan ayrılarak ormanın kıyısında kendilerine bir çiftlik kurmaları ile başlar. En küçük çocuk, henüz bebek olan Sam’in kaybolması ile hikaye gelişir.

Buradan sonra spoiler içerir, izlemeden önce okumak istemeyebilirsin.
Aile, dini inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Özellikle Katherine için din ve ritüeller önemlidir. Çocuklarına da dini eğitimi aşılayan ailede çocukların ne durumda olduğu ise, tartışmalı bir hale gelir. En büyük çocuk Thomasin (Anya Taylor Joy), birtakım sesler duyar ve garip olaylara tanık olur. Caleb (Harvey Scrimshaw) ise, ablasının gelişen vücuduna karşı pek de kayıtsız değildir. Küçük ikizler ise, sürekli eğlence peşinde keçileri ile oynamaktadır.

Ailenin dini kurallara sıkı sıkıya bağlı olması, çocukların üzerinde gördüğümüz kadarı ile yozlaşmaya sebep olmaktadır. Özellikle Katharine, yaşanan her olayı inanca, inancın zayıflığına bağlar. Sürekli Thomasin’i cadılıkla suçlar ve olanlardan onu sorumlu tutar.

Kurdukları çiftlikte ekilenler ürün vermez, hayvanlar süt ve yumurta vermez ve gelecek olan kışta kıtlık çekmekten korkmaya başlarlar. Sam’i ararken de Caleb ve diğer çocuklar da ölümü tadıyor. Sam’i kaybolduktan sonra kaçırıldığı yerde görüyoruz. Sahne karararak geçiş oluyor, sanki bir sünnet gibi… Ancak bundan tam emin değilim. Daha sonra orman içindeki aynı evde Caleb, cinsellikle kandırılıyor. Daha sonra ağzından çıkan elma, onun yasak meyve ile tanıştığını gösterir. İkizlerin bir anda duadan uzaklaşmaları, çocuk zihninin çabuk etkilenişi olabilir.

Thomasin ise, annesinin iftirasından kurtulmak için babasına yalvarırken ikizleri suçlar ve tüm gün keçi ile vakit geçirdiklerini söyler. Keçi ise, Ortaçağ’da şeytanın vücut bulmuş hali olarak tanımlanmıştır. Afişten de görüleceği üzere ve filmin sonunda da keçinin ayağını Thomasin’in omuzunda görürüz. Asıl unutulmaması gereken de şeytanın, her şekle girebileceğidir.

Film, genel anlamda aşırılıkların hepsinde olduğu gibi dinde de fazlasının hem kendisini hem de çevresindekileri koruyacaklarını sandıklarının aksine yoldan çıkarmakta daha etkili olduğunu gösteriyor. Ellerindeki tek dayanak olan inanç, onların dağılmalarına sebep oluyor; çünkü en büyük zaafları, onların kaybını hazırlıyor.

Film görsel anlamda tatmin edici; ancak sürekli olarak tekrarlanan “Klişelerden uzak, efektlere ihtiyaç duymadan sizi tedirgin edecek bir film” etiketini de anlayamadım. Türü sevmeme rağmen film beni tatmin etmedi. Dini motiflerin işlendiği birçok korku ve gerilim filmi var. Açıkçası çok derinlikli bir din teması işlendiğini göremedim. Hepsi de gözümüze sokulan bilindik temalardı. Açıkçası ormanın kıyısında yer alan yerleşim, bana 2004 yapımı M. Night Shyamalan’ın The Village (Köy)’ını hatırlattı. Ondaki gerilim dozunun The Witch’ten daha yüksek olduğunu düşünüyorum.

Bu arada filmde arada bir verilen Ta Ta tammm… şeklindeki yüksek sesli müzik de bende iticilik uyandırdı. Keçinin sondaki insan sesi, tüm gizemi bitirdi ve neden erkek sesi kullandığını da anlayamadım. Yönetmen Robert Eggers, “Sürekli kadınlar, cadı ve şeytan olarak tanımlanıyor, bu riske girmeyeyim.” diye mi düşündü acaba?



Yönetmenin ilk filmi olması ile de yine de başarılı denebilir. Eminim ki yönetmen bize ileride daha iyi filmler sunacaktır. Acaba araştırmalarında bulduğu Ortaçağ halk hikayelerinde daha ne malzemeler vardı, diye merak ediyorum. Keşke daha derinlikli bir film yapabilseymiş de hepimizin kültüründe olan şeytan temasından benim de gerilmemi sağlayabilseymiş. 

Gençlik En İyi Yaşlılıkta mı Anlaşılır

Öncelikle Gençlik (Youth / La Giovinezza)’in tanıtım filmi ve yazısının, filmi yanlış tanımladığını düşünüyorum. “Hayatlarını gözden geçiren Fred ve Mick” tanımlamasının ardından ihtiyarların havuz içinde konuşlanmış şekilde çıplak bir genç kıza baktıkları fotoğraf (afişte de kullanılan), sanki “Spa merkezindeki iki ihtiyarın gençlik özlemi” gibi algılanıyor. Oysaki film hiç de o kadar ucuz değil.

Paolo Sorrentino’nun önceki filmi Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza)’teki dili koruduğunu görüyoruz. Benzer kitabi, hayata dair anlamlı sözler ve mizahi öğeler ile dramatizmi yumuşatmak, bu filmde de yer alıyor. Filmde, zıtlıklardan yola çıkarak asıl konuyu anlatmak yer alıyor; yani yönetmen yaşlılığı göstererek gençliğin farkına varmamızı sağlıyor. Ayrıca yönetmenin Muhteşem Güzellik’te sunduğu zenginlik, bu filmde de önemini koruyor. Sanıyorum ki Sorrentino zenginliği, görsel bir şölen olarak izlettirmeyi seviyor.

Fred’i canlandıran Michael Caine ve Mick’i canlandıran Harvey Keitel’in oyunculuklarına, tecrübelerine diyecek bir söz yok. Ayrıca Sorrentino’ya, beni Rachel Weisz ile tanıştırdığı için minnettarım. Oyuncunun kameraya çok yakıştığını düşünüyorum. Bu saatten sonra da seçimlerinde daha titiz olduğunu göreceğiz sanırım (Filmekimi’nde gösterilen The Lobster’da da rol aldı). O zaman daha çok izleyeceğimiz umuyorum.

Orkestra şefliğinden emekli olmuş Fred ve film çalışmalarını hala sürdüren yönetmen Mick, gençliklerinden beri sıkı dostturlar. Birbirleri ile yalnız iyi şeyleri konuşur ve paylaşırlar. Dinlenmek için geldikleri spa merkezinde, hem tatil yapar hem de sağlıklarını gözden geçirme fırsatı bulurlar. Spa merkezinin imkanlarından daha çok Fred yararlanıyor gibidir; zira Mick hep iş başındadır.

İkilinin dostluğunu samimi bir şekilde veren ve ikisinin sohbetlerinde yer alan geçmiş yıllar, deneyimler izleyiciye de yaşam ile ilgili fikir veriyor. Ayrıca ikisinin genç çocukları olması, otelde yer alan gençler ile kurdukları ilişki ve Mick’in genç takımı ile diyalogları, gençliğe dair birçok ipucu verir. Fred ve Mick, gençliğe gençlerden daha fazla hakimdir.



Hikayenin anlatımı, sunduğu görsel ve başlangıçta spa merkezini tanıtımı, sinemaseverleri tatmin ediyor. Spa merkezini yansıtış biçimi de yönetmenin film dilinin, zihnimize iyice yerleşmesini sağlıyor. Alplerin eteğinde yer alan spa merkezi oyuncular, kainat güzelleri gibi birçok ünlü ve zengini de misafir ederek eğlenceli, sürükleyici bir hikayenin ortaya çıkmasına katkı sağlıyor. 

Gerçekten Çok Uzaktı

Lorenzo Vigas Castes’in ilk yönetmenlik denemesi olan Uzaktan (From Afar / Desda Alla), 2015 Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ın sahibi oldu. Venezuela’nın başkenti Caracas’ın sokaklarında yer alan karmaşıklığı, filmin fonu olarak kullanan yönetmen, film boyunca yarattığı gizemi fazla uzatıyor.

Orta yaşlı ve hali vakti yerinde Armando (Alfredo Castro) ile sokaklarda vakit geçiren, araba tamircisi Elder (Luis Silva)’in yakınlaşmalarını izliyoruz. Öncelikle Armando, para karşılığı evine getirdiği genç erkeklerden arkalarını dönüp soyunmalarını istiyor ve onları izleyerek mastürbasyon yapıyor. Bir gün yolları Elder ile kesişiyor; ancak Elder, Armando’nun dediğini yapmayıp onu darp edip kaçıyor. Süregelen olaylar içinde birbirlerinden kopamayan ikilinin ilişkisinden sonuca ulaşmak epey zaman alıyor. Bu yönüyle filmde zamanın hor kullanıldığını düşünüyorum. Armando’nun babası ile bir sorunu var ve bunu bir türlü Elder’e açıklarken göremiyoruz, dolayısı ile izleyici de öğrenemiyor. Sadece başta, kız kardeşi ile bir konuşmada babalarına karşı tepkili olduklarını, konunun da az çok taciz ile ilgili olduğunu anlıyoruz; ancak Armando ve Elder arasındaki sessizlik sinir bozucu bir boyuta ulaşıyor. Bu da seyirciyi rahatsız etmek vs. gibi sinemasal etkiler ile açıklanamaz.


Elder’in ise, cinsel tercihi heteroseksüel iken Armando ile tanıştıktan sonra ona olan minnetinden midir; yoksa henüz hayatın başında tercihleri net olmayan bir genç olduğu için midir, ona karşı cinsel bir yakınlık da duyar. Birbirine karşı çekimden kendilerini kurtaramayan bu iki insan, Armando’nun bulduğu net çözüm ile ayrılır; çünkü Armando cinsel kimliğini reddeden ve kabul ettiği anda geçmişine dönük kötü hatıralarını hatırlayacak olan bir yetişkindir.


 

Ben, Earl ve Ölen Kız

2015 Sundance İzleyici Büyük Ödülü’nü alan Ben, Earl ve Ölen Kız / Me and Earl and The Dying Girl, senaryo yazarı Jesse Andrews’in kendi yazdığı romanından uyarladığı bir film. Filme genel olarak eğlenceli bir gençlik filmi, tanımlaması yapılabilir. 

Liseyi görünmez bir şekilde bitirmek isteyen Greg (Thomas Mann), annesinin zoruyla lösemi teşhisi konan Rachel (Olivia Cooke) ile arkadaşlık etmek durumunda kalır. Sonunda Greg’in “iş arkadaşı” Earl de devreye girerek Greg’in zorunlu olarak kurduğu ilişki samimi, fedakar bir arkadaşlık ilişkisine dönüşür.


Filmin yönetmeni Alfonso Gomez – Rejon, Greg’in kendi jargonunu, arkadaşlığa ve hayata bakışını eğlenceli bir anlatım ile sunuyor. Çekimler, Greg’in tuhaf yemekler yapan ve tüm gün evde sabahlık ile dolaşan babası, Rachel’ın elinde sürekli bardak ile gezen annesi, öğretmenler ve okulun gürültücü öğrencileri sayesinde eğlenceli bir film izliyoruz.



Greg ve Earl’ün birlikte çektiği filmler de onların yaratıcı zihinlerine örnek olarak karşımıza çıkıyor. En iyi filmlerini en sonda mı gösterecekler, diye beklerken filmde Greg’in bize baştan beri söz verdiği konuda yalan söylemiş olduğunu görüyoruz. 

Masal Masal İçinde…

Giambattista Basile’in peri masallarından yola çıkarak hazırlanan Bir Varmış Bir Yokmuş (Tale of Tales / Il Racconto Dei Racconti), masalları beyazperde de görmeyi seven izleyiciler için biçilmiş kaftan.  Oyuncuları, özellikle Salma Hayek, Vincent Cassel, Tobby Jones gibi başrol oyuncuları sayesinde kotarılan ve masalın sağladığı gerçeküstü görselliğin etkisi ile eğlenceli bir izlencelik sunuyor.

Bir masalda olan krallar, kraliçeler, prenses, hizmetkarlar, saray, hokkabazlar, büyücüler, canavarlar ve devler bir filmde buluşur. Masal içinde masal izlediğimiz Bir Varmış Bir Yokmuş, beyazperdenin sunduğu imkanları, masalların büyüleyici dünyasında kullanarak görsellik bakımından iyi bir iş çıkarıyor; ancak yaptığım araştırmalara göre, Giambattista Basile’in masallarında kıssadan hisse çıkarılırmış, masalın başına da yazdığı söz ile masaldan çıkarılacak dersi kendisi veriyormuş. 

Giambattista Basile’in masallarını okumadım. Acaba masalların sonlarını değiştirerek farklı dokunuşlar da getirmiş midir, diye merak ediyorum. Örneğin; derinin, pireye ait olduğunu bilen dev ile prensesin sonu, gerçek masalda da böyle midir? Prenses, sonunda istemediği kişi ile bir arada durmayı reddederek makul kaderini kabullenmez ve eşinin sonunu belirler. Pire masalının başında Giambattista Basile şöyle diyor: “Düşünmeden alınan kararlar kurtuluşu olmayan felaketlere yol açar. Bilge bir adam olmak yerine bir soytarı gibi davranarak hem kızını hem de onurunu örneği bulunmaz bir aptallıkla tehlikeye atan Yüksek Tepe kralının başına gelenlerde olduğu gibi...”* 


Filmde, bu masala ilgili olarak iktidar sahibi, güçlü bir kralın yenilgisini değil, kendi kaderini seçmeyi tercih eden prensesin yükselişini görüyoruz.


Diğer bir masal olan iki yaşlı ve “çirkin” kız kardeşin kralı elde etme çabasına tanık oluyoruz. Kralı elde etmek için uğraşırken gençliği elde eden kardeşlerden biri, sonunda onun karısı olabilmeyi başarır. Bunu gören diğer kız kardeş de gençliği aramaya koyulur; ancak ikisinin sonu da hüzünlü biter. Biri gençliği bulmaya çalışırken kendisine zarar verir, diğeri de “geçici” olanın peşinden koştuğu ve kibre kapıldığı için başarısız olur.


Son masal olarak da Salma Hayek’in canlandırdığı kraliçenin çocuk sahibi olmak uğruna kocasını (kralını) feda edişini görüyoruz. büyücünün de söylediği gibi hayatta her şeyde bir denge vardır: Siz bir şeyin olmasını çok istiyor olabilirsiniz; ancak doğa size cömert davransa da doğa, dengesini yeniden kurmak için çalışır ve bu denge sizin çıkarlarınıza uymayabilir.





Günahının Bedelini Ne ile Ödeyebilirsin



The Club (El Club), 2015 Berlin Büyük Jüri Ödülü’nü almaya layık görülmüş, Pablo Larrain filmi. Şili’de bir evde yaşayan dört rahibin ortak noktaları, günahları sebebi ile bir rahibe eşliğinde burada yaşamak zorunda olmalarıdır. Daha filmin başında aralarına yeni bir rahip katılır ve beklenmedik bir olay gerçekleşir. Daha sonra bu olayı çözmek için yanlarında kalmaya başlayan rahip – psikolog onlara bir çözüm önerisi getirecektir.

Bundan sonrası spoiler içerir, izlemeden okumak istemeyebilirsin.

Pablo Larrain’in yönettiği filmde günahların bedelinin ne ile ödenebileceğine dair bir sorgulamaya tanık oluyoruz. Başta olayı çözmek için gönderilen psikolog, yeni gelen rahibin başını çektiği olayın gerçekleşmesine sebep olan noktaları bulmaya gelmiştir; ancak bu evde yaşamaya devam edecek olan rahiplerin günahlarına da bir çözüm getirmek zorunda olduğunu fark eder. Rahipler ise, ilk andan itibaren çözüm odaklı değillerdir; ancak eğer ortak bir noktada buluşulmaz ise evin kapatılması söz konusudur. Bu yüzden de evin kapatılmasını istemeyen sakinleri ile psikolog arasında uzlaşma sağlanması gerekir.

Katolik kilisesine yönelik eleştiriler barındıran The Club, rahiplerin din adamı kimliklerini kötüye kullanarak insanları yönlendirmelerine, çalıştıkları kurumlarda karşılaştıkları sorunları kendi yöntemleri ile çözmeye çalışmalarına dikkat çekiyor. Rahipler, işledikleri suç ve günahlardan arınmak için gönderildikleri bu evde, iç dünyalarına dönmek yerine kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır. Kilise psikoloğunun da sorunu çözerken göstereceği tutum, ilerleyen süreçte yön değiştirir. Psikolog, başta her birine günahları ile yüzleşip dini gerekçelere göre davranmaya başlamaları gerektiği hatırlatmaya çalışıp net tavrını ortaya koyarken konuşarak çözülemeyeceğini fark eder ve herkesi memnun edecek bir çözüm sunar.

The Club, karanlık çekimleri ve değişmeyen karamsar havası ile din, kilise, kilise çalışanları ve görevlilerini sorgulamamıza neden olur. Psikoloğun bulduğu yöntem, film bittikten sonra da konu hakkında konuşacak çok şey olduğunu fark ettirmesi yönünden zihin açıcı. Bu yönüyle film, sadece getirdiği Katolik kilisesi eleştirileri için değil inanç ve insanlık adına bizleri düşündürttüğü için de izlenmeli. 

13 Ekim 2015 Salı

The Lobster

Distopik bir hikayeyi beyaz perdede izlediğimiz The Lobster, Yorgos Lanthimos’un, kendi ülkesi dışında çektiği ilk film olarak yer alıyor. Hollywood yıldızlarını, oyuncu kadrosunu eklemiş olsa da bende Carol’daki kadar iticilik uyandırmadı. Hatta neredeyse bu filmi Colin Farrell yüzünden eleyecektim ki iyi ki yapmamışım.

Bekar olmanın yasadışı olduğu bir toplumda eşi olmayanlar için özel bir hizmet de yer alır. Bir otelde 45 gün boyunca konaklayarak eşlerini bulmak zorunda olan bireyler, eğer bulamazlarsa kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürülür ve ormana bırakılır. 45 gün içinde eşlerini bulanlar, birlikte çift kişilik odaya geçerler, sonra teknede yaşamaya başlarlar, en son olarak da bu testlerin sonunda başarılı olurlar ise, dışarıdaki yaşamlarına birlikte dönerler.

Buradan sonra spoiler içerir, izlemeden önce okumak istemeyebilirsin.
David (Colin Farrell), seçtiği hayvana dönüşmemek için çaba gösterir; ancak seçmiş olduğu eş, onun oyununu fark edince David’e de firar etmek düşer. Bu sefer de orman içinde başka bir gruba dahil olur. Ormanda da hiyerarşik bir sistem işler. Grubun lideri, ilk andan itibaren kuralları David’e sayar. Burada da oteldekinin aksine hiçbir şekilde eş olmamak gerekir. Flört yasaktır, öpüşmek ve seks de yasaktır. Yine otelin aksine mastürbasyon serbesttir; ancak bu kez de David, eşini seçer.


Hikayede, tam anlamıyla her ortamda bireyin toplum nezdinde karar vermesi isteniyor: Bireysel kararlar verilemez, bireysel seçimler ancak topluluğun öngördüğü şekilde yapılmalıdır. Önce toplumun istediği rollerden “eş” olma mecburiyeti var. İtiraz edip firar edince de tersi durum söz konusu. David ise, eş bulma zorunluluğundan dolayı otelden kaçtığı gibi bu kez de ormandaki topluluk içinden sevdiği kadın ile firar etmeye kalkıyor.

Filmde, her iki toplulukta da eş, ruh eşi gibi kavramlar, “ortak noktalar” kısmında birleşiyor. Eş olmak birbirini tamamlayıcı olarak değil de tam anlamıyla aynı özelliklere sahip olmak ya da aynı özelliklerden yoksun olmak olarak görülüyor. Bu kolaycılık da distopik toplumun işleyişini kolaylaştırmak için bulunmuş bir çözüm olabilir ya da günümüzde de insanların gerçek sevgiyi belirli kalıplara sokarak yaşamalarına getirilmiş bir eleştiri de olabilir.

Filmdeki dış ses, bizi olaylardan yalıtıyor ve özdeşleşme olanağını ortadan kaldırıyor. Bizi saran bu yabancılaşma duygusu bir yere kadar başarılı olsa da yine de kendimizi, David ve sevdiği kadının (Rachel Weisz) tarafında buluyoruz.




12 Ekim 2015 Pazartesi

İzlanda’nın Sert Havasına Uygun Bir İnat Hikayesi

2015 Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış ödülüne layık görüldü ve İzlanda'nın Oscar adayı seçilen İnatçılar/Rams, yıllardır konuşmayan iki erkek kardeş, İzlanda’nın bir vadisinde yaşayan birkaç hane halkı ve koyunların başına gelenleri anlatıyor. Seçtiği temayı net bir şekilde ortaya koyan bir film. Yani, bir inat uğruna başlayan küslük, yine bir inat sebebi ile iki kardeş Gummi ve Kiddi’nin birleşmesini sağlıyor. Adını verdiği filmin temasına sahip çıkması açısından başarılı filmin yönetmeni Grímur Hakonarson’ın ikinci filmi.

Buradan sonra spoiler içerir, izlemeden okumak istemeyebilirsin!
Kuzeyin sert ve keskin havasına uygun olan vadi sakinleri ve başlarına gelen talihsiz olay, daha filmin başında veriliyor. Birbiri ile konuşmayan iki kardeşten Kiddi’nin ödül alan koyunu bir hastalığa yakalanır, bu yüzden de bulaşma riskine karşılık vadideki tüm koyunların itlafına karar verilir. Kiddi ise, bu durumun, vadide var olan koyun cinsinin sonu olacağı ve tek varlıklarının koyunları olduğu gerekçesiyle itlafı reddeder; ancak işi takip eden uzmanlar bir şekilde kuralları uygular. Diğer taraftan hastalığı ilk bulan ve durumu tamamen kabullenmiş görünen Gummi ise, sessizliğinin altında kural dışı bir sır taşır. Bu sırrı iki kardeş taşımaya başladığında ise, küslük sona erer.



Film, İzlanda’nın karlar altında görüntüsü ile kar kış sevenler için etkileyici görsellik sunuyor. İki kardeş arasındaki sürtüşmelerde, kuzeyli mizahını görüyorsunuz. Örneğin, ateş ederek kırdığı camın faturasını kardeşe göndermek ve zorunlu iletişim için köpeği ulak olarak kullanmak gibi… İnatçılar, farklı coğrafyaların sinemasını keşfetmek ve kültürlerini izlemeye isteyenlerin görmesi gereken bir film.  

11 Ekim 2015 Pazar

Kimliğin için Neleri Feda Edebilirsin?


Carol için bir kimlik arayışı ve aşk hikayesi filmi, diyebiliriz. Aşkınızı ne için feda edersiniz ve ne için feda etmezsiniz? Carol, bence tam anlamıyla bunun arayışı içinde ve sonunda arayışın sonucunu karakterler ile birlikte biz de öğrenebiliyoruz.

1952’nin New York sokakları, zengin restoranlar, lüks arabalar, lüks bir ev ve yolculuk… Görüntü olarak sizi tarihin “flue” görüntüsü ile baş başa bırakan bir film. Görsel olarak sıkılmadan izleyeceğiniz görüntülere sahip; ancak eşcinselliğe farklı bir bakış açısı getirmiyor. Sadece eşcinsellik temelli bir hikayeye fedakarlık, annelik, kendini keşfetme temalarını da ekliyor. Carol rolü için Cate Blanchett’in seçilmesi de beni klasik Amerikan filmi izliyormuşum düşüncesinden kurtaramadı maalesef.

Buradan sonrası spoiler içerir, izlemeden okumak istemeyebilirsin!

Olgun, kararlarında net bir kadın olan Carol (Cate Blanchett) ve genç, tecrübesiz, kararsız yapısı ile henüz hayatına tam anlamıyla bir yön verememiş Therese (Rooney Mara) karşılaştıkları ilk andan itibaren birbirlerine ilgi duyarlar. Carol’un attığı adımlar ile ilişkiler ilerlemeye başlar. Carol ise, kocasından boşanmak üzeredir ve kızının velayetini üzerine almak ister; ancak Carol ve Therese’nin ilişkisini, velayet davası için kullanmak isteyen eşi, Carol’un kararlarında bazı değişikliklere sebep olur.

Carol, Therese’yi ilk gördüğü andan itibaren bir yakınlaşma olacağını sezinleyen olgunlukta bir kadın. Therese’yi yemeğe, evine ve Noel tatili için çıkacağı yolculuğa davet eder. Therese ise, kendisi ile evlenmek isteyen Richard’a henüz ne cevap vereceğini bile bilmeyen, henüz mesleğini ve cinsel kimliğini seçememiş bir kadın. Onun bu kararsızlığı, ilişkiyi Carol’un yönlendirmelerine göre yaşamalarına sebep oluyor.


Carol’un daha önce Abby ile de bir birliktelik yaşadığına ilişkin ipuçları yakalıyoruz; ancak Abby’nin anlatımından anlıyoruz ki onlarınki adı net olarak konulamamış, çok yakın bir arkadaşlık ya da bir ilişkinin tenselliği içermeyen duygusal yanı. Böylece anlıyoruz ki Carol da cinsel kimliğini ve bu yöndeki seçimlerini Therese ile netleştiriyor. Therese ise, gençliğin verdiği umursamazlık ile her ne kadar kararsız bir yapıda olsa da Carol ile çıktığı yolculukta kendi cinsel kimliğini bulduğu bir iç yolculuğu da gerçekleştiriyor. İşini ve Robert’ı bırakarak yolculuğa çıkıyor. Carol’un aşk için fedakarlığı ise, küçük kızı için. Boşanmak üzere olduğu eşi, çocuğunu göstermeyip velayetini de üzerine alacağı tehdidiyle yüz yüze geldiğinde, her şeyi bırakıp eve dönüyor. Onun için öncelik anneliği ve küçük kızı. Bu süreçte Carol terapi görmeye başlıyor, filmde çok üzerinde durmuyorlar; ama muhtemelen “Eşcinsellik bir hastalık ve tedavi edilebilir, mahkemede de iyileştiği yönünde psikiyatrist raporunu göstererek çocuğun velayetini geri alırız.” mantığı hakim. Carol, terapilerin kendisine iyi geldiğini söylüyor ve sonunda kızının velayetini almaktan vazgeçiyor; çünkü kimliğini reddettiğinde kızına iyi bir örnek olamayacağını düşünüyor.


Carol, başta kızı için aşkını feda etse de daha sonra kızı için yeniden aşkını kazanıyor. Bu anlamda hikaye, adından da anlaşılacağı gibi Carol’un hikayesi ve bir annenin, çocuğu için kendisi olmaktan vazgeçmediği zaman gerçekten onun için iyi bir anne olabileceğini anlatıyor.

Carol’ın karakteri filmde iyi işleniyor; ancak filmde iki sahnede Therese’ye “Sen çok ilginç bir kızsın.” demesini anlamlandıramadım. Therese’nin çok ilginç bir tarafı yoktu, tabi “biz Carol’un gözünden göremeyiz.” deyip geçiştirmek de bana mantıklı gelmiyor.