Dikkat! Film hakkında detay
içerir. İzlemeden okumak istemeyebilirsin.
Bad City’nin
süper kahramanı vampirimiz, şehrin kötülüklerine karşı savaşıyor. Önce esrar
satıcısını ortadan kaldırıyor; çünkü o sadece esrar satmıyor, aynı zamanda
fahişeleri kendisi için çalıştırıp onların payına düşen parayı da alıyor. O zaman
cezalandırılmalı! Fahişe ise, gece sokaklarda dolaşan nadir insanlardan biri. Bu
yüzden de vampirimizle sık sık karşılaşıyorlar. Vampir, onu yakından tanıyor ve
bu işi bırakarak daha mutlu olabileceğini savunuyor. Ve fahişeye zarar vermeye
çalışan bir bağımlı… Cezalandırılmalı!
Ana Lily Amirpour’un
ilk uzun metraj filmi The Girl Who Walks
Alone At Night/Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız, İran’ın ilk vampir
filmi olarak tanıtıldı. Filmin çekimleri ise, Kaliforniya’da oluşturulan bir
sette gerçekleştirildi. Filmin orijinal dili Farsça. Bunları filme dair genel
bir kanı oluşturması için anlatıyorum; ancak ben hikayeye bakarım, diyorsanız
hemen o kısma geçelim.
Vampir filmi deyince aklınıza gelen klasik vampirizm
hikâyeleri ise, yanılıyorsunuz. Amirpour’un filminde vampirizme dayanan mitler,
efsaneler yer almıyor. Vampirimiz (Sheila Vand),
tabi ki sadece geceleri gezebilen bir varlık ve kan emiyor; ancak bunu sadece acıktığı
için değil, karşısındakine zarar vermek için yapıyor. Bir bakıma cezalandırma,
kötülüklere karşı savaş amacı güdüyor. İlk kurbanı uyuşturucu satıcısını, şehre
kötülük getirdiği için ortadan kaldırıyor. Bunun dışında vampirimiz, gece herhangi
bir genç gibi sokaklarda geziyor, kendisine hediye edilen küpelere seviniyor ve
gündüzleri ise duvarları posterlerle kaplı evinde müziği açıp dans ediyor. Gece
yarısı sokakta gördüğü bir erkek çocuğuna kötülük yapmamasını, hayatı boyunca
onu izleyeceğini ve eğer bir şey yaparsa cezalandıracağını söylemesi, filmin
özeti gibi.
Aslında filmin başında Arash (Arash Marandi)
ile tanışıyoruz. Arash, James Dean tarzı giyimi, saçları ve gözlükleri ile
Amerikan filmi izlediğimizi düşündürüyor. Arash ile vampirin tanışıklığı, Arash’ın
çakma Kont Drakula olarak gittiği bir partinin çıkışında başlıyor. James Dean,
Kont Drakula ve maskeli partiler… Burada Amerikan sinemasının ve bir nebze de
yaşam tarzının etkisini görüyoruz. Yönetmen, bu örnekleri kullanarak karikatürize
bir anlatıma gitmiyor. Daha çok sinemasal olarak bu etkinin kaçınılmazlığı ve
kültürün baskın gelişine birer örnek olarak ele alıyor.
Arash’ın babası ile sorunları, babasının bağımlılığı
yüzünden ortaya çıkıyor. Bir gün babası ile tartışıyor ve ayrılıyorlar. Babası,
uzun zamandır hayalini kurduğu Bad City’nin fahişesi Atti (Mozhan Marnò)’nin
yanına gidiyor; ancak Atti istemediği halde onun yanında olması vampirimizin
hoşuna gitmiyor. Sonrası malum… Arash ve vampirimiz için ise, Bad City’i terk
ettikleri mutlu bir son yazılmış.
Filmin, kahramanı vampir, ancak her şey Arash’ın
iyiliği üzerine kuruluyor; çünkü Bad City’de iyi karakter Arash. Filmin siyah
beyaz çekilmiş olması, görsel olarak etkileyici bir unsur. Bu seçim filmin kült
bir klasik örneği gibi görünmesine sebep oluyor. Vampirizme girilmemesi ile
vampir olan ana karakterin araç olarak kullanıldığını gösteriyor. Vampirin
ölümsüz, güçlü ve bir kahraman olarak vurgusu, filmde sonsuz güce sahipliğin
vampirlik ile ilişkilendirilmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan kadınlara
karşı herhangi bir tehlike durumunda ortadan kaldırılan adamlar, olayların Atti’nin
etrafında da geliştiğine işaret ediyor. Yani bir tarafta sadece babasına
bakmakla yükümlü, işinde gücünde hayırlı evlat Arash’ın iyiliği, diğer tarafta
da toplum tarafından kabul görmeyen bir mesleğe sahip Atti’nin mağduriyetini
görüyoruz. Bu yönüyle kahramanımız, sadece kabul gören iyiliğin peşinde
olmadığını gösteriyor.
Amirpour,
geçen yıl Filmekimi’nde izlediğim Only LoversLeft Alive’den sonra hem sinemasal anlamda hem de vampir filmi olması ile
keşfetmekten memnun kaldığım bir yönetmen oldu. Bundan sonra da kendisinin
takipçisi olacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder