Sekiz
günde aşk nasıl anlatılır? Cemal Şan, karakterlerini sekiz gün bize izleterek
bizi, onların yaşamlarına “ikna” etmeye çalışır. Karşımıza “aşk” üçlemesiyle
çıkar: Zeynep’in Sekiz Günü (2007), Dilber’in Sekiz Günü (2008), Ali’nin Sekiz
Günü (2008). Filmlerin neden sekiz günde geçtiğiyle ilgili olarak geçen yılki
Uluslararası Eskişehir Film Festivali’ndeki söyleşisinde: “Niye sekiz gün?
Çünkü bir hafta yedi gün ve genelde insanların çoğu pazartesiden nefret eder.
İşte bu yüzden sekizinci günde ya yeniden başladığın noktaya dönüp devam
edersin ya da bitersin”. Üç filmde de bunu görürüz. Sekizinci günde üç filmin
de üç karakteri; Zeynep, Dilber ve Ali ya yeniden başladığı noktaya dönüp devam
ettiler ya da bittiler.
Yine aynı söyleşide Cemal Şan:
“Zeynep’in Sekiz Günü kalbi, Ali’nin Sekiz Günü aklı, Dilber’in Sekiz Günü de
ruhu temsil ediyor. Zaten aşk da kalpte başlıyor. Daha sonra akıl onu tartıyor.
Eğer ruhuna uygunsa devam ediyor veya etmiyor”. Yönetmenin ifadesine göre aşk,
bir tanım içerisinde ele alınmış. Aşkın belli bir tanımı, formülü ya da kuralı
var mıdır, bu, kişiye özgü bir görüştür; ancak bu filmlerin, kalp, akıl ve ruh
sıralamasında yerleri değişebilir ya da buna katılmayanlar olabilir.
Zeynep’in
Sekiz Günü
Zeynep
(Fadik Sevin Atasoy), otuzlarında, yalnız yaşayan, çalışan, asosyal bir kadın.
Her gün aynı saatte kalkıp, aynı rutin işleri yapıp, kahvaltıda aynı şeyi
(sahanda yumurta) yiyerek yaşamını sürdürür. Akşamları işten eve döndüğünde de
yemeğini yiyip televizyon izler.
Bir gün iş arkadaşlarından biri,
Zeynep’i doğumgünü partisine davet eder. Önce gitmemek için türlü bahaneler
bulan Zeynep sonunda gitmeye razı olur. O gece barda Ali (Mustafa Üstündağ)’yle
tanışır…
“Kalbim”den
İsmin Geçti…
Zeynep’in her gün yaptığı işler,
bozuk asansörünün bile bir hafta boyunca tamir edilememesi onun yaşam
rutinidir. Hep giydiği siyahtan, arkadaşının doğumgünü partisi için kurtulmak
ister; ancak bütün gardıroptaki elbiseleri denese de yine siyahı seçerek gider
bara. Barda Ali’yle tanışması üzerine giyemediği; ancak hayatına giren “renk”tir.
Ali, barda, para karşılığı insanları eğlendirmek için çalışan biridir. Zeynep’e
yakınlaşır ve geceyi birlikte geçirirler. Zeynep, Ali için tek gecelik bir
ilişkidir. Ali’yse artık Zeynep’in hayatı olmuştur.
Zeynep’in rutin hayatı, izlerken
bizleri de sıkar. Zeynep’in yalnız yaşamı, halet-i ruhiyesini izlerken hangi
günde olduğumuz karışır. Hayatına Ali girdiğindeyse değişen “hal”lerine anlam
veremeyiz. “O” aşkın pençesine düşmüştür. “Aşk” yönetmenin de söylediği
“kalp”tedir artık. Zeynep, yüreğinin sesini dinleyerek Ali’yi arar durur.
Ali’yse soygun yapmıştır ve birilerinden kaçıyordur. Zeynep, günlerce aradıktan
sonra Ali’yi bulur; ancak Ali onu reddeder. Zeynep, çaresiz evine döner.
Ali’nin kaçacak yeri kalmadığındaysa Zeynep’e gelir. Artık çok geçtir.
Zeynep’in apartmanının önünde vururlar Ali’yi. Zeynep, sadece izleyebilir bu
durumu. Ertesi gün; yani sekizinci gündeyse Zeynep, yine başladığı yere döner.
Zeynep, filmde tam bir karakterken,
Ali tiplemeden öteye geçemiyor. İşi gücü olmayan, yasal olmayan işlere girişen
biri; ancak Zeynep’in rutini içinde boğulup gidiyoruz. Açıkçası Ali’yi aradığı
koşuşturmalı sahneler bile bizi, bu sıkıntıdan kurtaramıyor. Büyük şehrin getirdiği
kaostan kendini soyutlamış karakter, birkaç günlüğüne bu hayatın içine
düşüverir; ancak bu bilinmeyen, onu, kendi “siyahına” dönmek zorunda bırakır.
Filmde olayları üçüncü bir göz gibi
izliyoruz, olayın içine dahil olamıyoruz. Bize sadece olan biteni izlemek
düşüyor. Karakterle özdeşleşemiyoruz.
Müziklerini Babazula’nın yapmış
olduğu filmde, Ali’nin, Zeynep’in hayatına girmesinin ertesi “Bir Sana Bir de
Bana” çalar. Açıkçası o muhteşem şarkının sözleri daha büyük aşklara yakışırdı.
Dilber’in
Sekiz Günü
Üçlemenin
ikinci filminde Dilber (Nesrin Cevadzade), doğuda bir kırsal bölgede yaşayan,
genç kızdır. Ali’yle birbirlerini yıllardır severler; ancak Ali’nin beşik
kertiği vardır ve onunla evlenmesi zorunludur. Dilber, önce babasına sonra da Ali’nin
babasına isyan eder ve köylünün içinde, dağın ardından gelip kendisini isteyen
ilk erkeğe varacağını, söyler. Kendisini ahıra kapatır ve kısmeti çıkana kadar
orada kalır. Üçüncü gün Mehmet (Fırat Tanış) gelir…
“Ruhumun
Prensesi”
Mehmet, otuzlu yaşlarında, kasabanın
okulunda hademe ve bir ayağı topaldır. Dilber’in ettiği yemini duyup görücülüğe
gelmiştir. Mehmet ilk görüşte, şimdiye kadar istediği kızlarla evlenememiş,
yalnız, toplumdan dışlanmış bir tipleme gibi görülse de köyün yolundan kasabaya
giden uzun yol bittiğinde, sandığımız gibi bir “tipleme” olmadığını görürüz. Dilber
de film de güçlü bir karakterdir. İki oyuncunun da oyunculukları filmi her
yönden izlenir kılmakta ve diğer iki filme göre daha sağlam bir senaryoya sahip
olan filmi, fazlasıyla desteklemektedirler.
Dilber’in güçlü karakteri sonucu,
inadı başına dert açar mı, diye düşünürken Dilber, zamanla Mehmet’e yakınlaşır.
Bu yakınlaşmada Mehmet’in emeği göz ardı edilemez. Örneğin; her sabah işe
giderken bıraktığı notlar gibi. Bunlardan biri “Ruhumun prensesi” diye başlar.
Belki de o an Mehmet, Zeynep’in “kalbi”ne girer. Mehmet’in, Dilber’i anlamaya
çalışması, ona karşı mesafeli; ancak anlayışlı tavrı, gösterdiği yakınlık
Dilber’in gardının düşmesini sağlar. Mehmet, emek verdiği sevgisinin
karşılığını almaya başlarken bir gece kapı çalar ve Ali gelir. Dilber’e,
gidelim, der. Ortaya çıkan bir silahla Dilber, Ali’yi vurur. Sekizinci günde
Dilber, karakolda sorgudadır.
Olayları üçüncü bir göz gibi izliyoruz.
Eğer özdeşleşmeden söz etmek gerekirse buna en yakın Mehmet. Mehmet’in
arkadaşının karısının, Mehmet’le ilgili olarak Dilber’e söylediği “O sümsük
becerebildi mi o işi” sözleri bizi acımayla karışık bir iğrenme (kadından)
duygusuyla Mehmet’in yanında olmaya itiyor.
Dilber’in verdiği sözü tutma
mecburiyeti Mehmet’i “ruhunda” bulmasıyla boş bir inat olmaktan kurtuluyor.
Ali’nin
Sekiz Günü
Serinin son filminde, Ali (Serdar
Orçin), otuzlu yaşlarında, İstanbul’da kendine yetecek kadar malı mülkü olan
bir mahalle bakkalıdır. Her sabah, yavaş
yavaş yürüdüğü sokaklardan geçip işine gider, yarım ekmeğin içine dilimlediği
kaşarlardan koyup kolayla birlikte yer. Bir gün dükkandan içeri Zeynep (Begüm
Birgören) girer…
“Kalbimin
Prensesi”
Zeynep, diğerlerinden farklıdır. Yönetmen,
“Sevilen, her zaman diğerlerinden farklıdır”ı biraz da ironik bir anlatımla
veriyor: Zeynep, diğer mahalle sakinlerinin aksine parayı peşin veriyor; ancak
ilerleyen günlerde o da her gün aldığı sigaranın parasını “mecburiyetten”
veresiye almış olsa da söz verdiği gibi akşamına getirmiyor.
İlki bakkala gelen müşterilerden
biri, ikincisiyse Zeynep olmak üzere uzun tiradları izliyoruz. Kiracısıyla
(Ufuk Bayraktar) da arası pek iyi olmayan Ali; aslında toplum tarafından
dışlanmış bir karakter. Uzun tiradlardan birinin sahibi olan müşterinin,
intihar etmeden bir gün önce içini Ali’ye dökmesi de bundan.
Ali, Zeynep’i ilk gördüğü andan
itibaren beğenir ve artık aşk kalbe düşünce “kalbimin prensesi…” diye başlayan
bir mektup yazar ve Zeynep’in penceresine bırakır. Mektup Zeynep’e ulaşmaz.
Zeynep, mektuptan habersizdir ve Ali’nin evine gelip ona Mehmet’i anlatır. Aşk
“akıl”a düştüğündeyse Ali, sokakta tek başına ağlıyordur.
Diğer iki filme göre, bu filmde yan
rollerdeki Ufuk Bayraktar rolünün hakkını iyi veriyor. Diğer iki filmde yan
rollerden herhangi biri bu kadar öne çıkmamıştı. Serdar Orçin, yine Zeki
Demirkubuz filmlerindeki toplumdan kendini yalıt(ıl)mış bir karakter. Begüm
Birgören, terastaki uzun tiradın üstesinden başarıyla geliyor; ancak repliğin
uzunluğundan olsa gerek anlattığı biraz anlamsızlaşıyor ve sigara tutuşundaki
acemiliği seziyorsunuz. Bu konuşmada, Zeynep’in Ali’ye yönelttiği bir sorudan
aslında Ali’nin kendi halinde değil de özellikle belirtmese de kendi yaşamına
ait bir görüşü olduğunu anlıyoruz.
Yalnızlık
Ömür Boyu**
Üç
filmde de karakterler topluma karşı yabancılaşmıştır. Zeynep, kendi içine
kapalı bir yaşam sürer. İşyerinde bile yanında kimseyi görmeyiz; ama her
nasılsa biri onu doğumgününe davet eder. Dilber de kendi köyündeki törelere
başkaldırışıyla kendi yolunu çizer. Ali’de de durum aynıdır. Ali de insanlarla
iletişim kurmak için çaba göstermeyen bir karakter. Zeynep’te bu durumu
göremesek de diğer iki filmde, “topluma yabancılaşmış” olmak dıştan gelen bir
zorunluluk. Zeynep’in kırsalının töreleri ve Ali’nin “güçsüzlüğü”… Ali’nin
güçsüzlüğünü, en çok kiracısına boyun eğişinde görürüz.
Filmlerdeki ortak noktalardan biri
de karakterlerin isimleridir. Zeynep’in Sekiz Günü’nde Zeynep, Ali’yi sever.
Ali’yse onla tek gecelik bir ilişki istemiştir sadece. Dilber’in Sekiz Günü’nde
Dilber, Ali’ye aşıktır; ancak Mehmet’le evlenir ve onu sevmeye başlar. Mehmet
de onu… Ali’nin Sekiz Günü’ndeyse diğer Aliler’deki şansı göremeyiz. Ali,
Zeynep’i sever. Zeynep de Mehmet’i. Zeynep’in Sekiz Günü’nde Zeynep, Ali’nin
dayısına gider ve adam ona: “Bana aşkla ilgili güzel bir cümle söyle” der.
Zeynep de “Ali!” karşılığını verir. Aşık olunanın adı ne olursa olsun, aşk
“aşık olunanın adı”dır. İnsanın “obje” den “suje” ye geçişidir.
Üç filmin de sonunda karakterler, yalnızlıklarına
dönerler. Z.S.G’nde Zeynep, yine işine gitmiştir. Artık Ali yoktur. D.S.G’nde
Dilber’in yalnızlığını görmeyiz sonunda; ama Ali’nin ölümünden sorumlu olduğu
için muhtemelen hapse düşecektir. A.S.G’nde Ali sokağın ortasında tek başına
ağlamaktadır. Yönetmenin, söyleşide geçen açıklamasına göre bakarsak Zeynep,
başladığı yere geri döner. Ali, bitmiştir. Dilber içinse bu durum göreceli
olabilir. Hapse girmesi onun “bitmiş” olduğunu gösterebilir belki; ama
Mehmet’le birlikte yeni başladığı hayatı da devam edecek olabilir.
Zeynep’in Sekiz Günü’nde, sıkıntıdan
bunalsak da Dilber’in Sekiz Günü’yle refaha çıkıyoruz. Ali’nin Sekiz Günü,
durağanlığı ve baş karakterlerinin “rutin”leriyle Z.S.G’yle benzeşse de
Ali’deki uzun monologlar filmi farklı bir noktaya getiriyor. Kalpte başlayan
aşkın, akılda tartılıp ruha uygunluk durumunda sürdürüldüğü düşüncesine
katılmasam da –zira aşk o kadar mantıklı olsaydı…- Cemal Şan, bize, aşk üzerine üç (özellikle
Dilber’in Sekiz Günü) güzel film bırakıyor.
*Yazı daha önce www.on5yirmi5.com'da yayınlanmıştır.
**MFÖ
şarkılarından birinin adı.