Bu yıl,
20-26 Kasım tarihleri arasında
13.'sü gerçekleşecek festivalin gösterimleri Fransız Kültür Merkezi'nde yapılacak. Gerçekleşecek festivalin gösterimleri, her gün 10.00, 12.00, 14.00, 16.00, 18.00, 20.00, 22.00 seanslarında izlenebilir (26. Kasım'da 22.00 seansı yoktur).
Festivalin Ulusal yarışma bölümünde Otobüs, Adem'in Kuyusu, Umut, Tortuga, Üstümüzden Geçti Bulut, Sendrom, Dedeler En İyisini Bilir, Sonra, Musa, Birlikte filmleri yer alıyor. Uluslararası bölümünde ise, Who's Afraid of the Big Black Wolf? (Büyük Kara Kurttan Kim Korkar?), Nani (Nani), Terra (Toprak), Jam Today (Karmaşık Gün ), Acht Blumen (Sekiz Çiçek), Kolana (Kolona), That Wasn’t Me (Bu Ben Değildim), Ararat (Ararat), Nostos (Eve Dönüş), Don Sabás (Bay Sabas), Black Mulberry (Kara Dut), Königsberg (Bay Königsberg) yarışacak.
Detaylı Programa buradan ulaşılabilir.
13 Kasım 2012 Salı
8 Kasım 2012 Perşembe
Büyüklere Masallar
Öyle filmler vardır ki bizi masalsı dünyalarının içine çekerler. Kimi kitaptan uyarlanmış olsa da özgün olanları da vardır.
Çoğu film, gerçek dünyanın beyaz perdeye yansıtılmasıdır. Tarihi,
kurmaca ya da uyarlama… Öyle filmler vardır ki bizi masalsı dünyalarının
içine çekerler. Kimi kitaptan uyarlanmış olsa da özgün olanları da
vardır. masalsı filmler denilince akla gelen ilk yönetmense Tim Burton.
Yaptığı filmlerle büyüklere masallar anlatan, çocuksu duygularını
kaybetmemiş olan yönetmen, yarattığı masal diyarında biz büyük çocuklara
gerçek dünyadan soyut; ama bir o kadar da gerçek hikayeler anlatır.
Tim Burton’ın
filmlerinde oluşturulan ortam, filmlerinin ana unsurudur. Mekanlar,
filmin konusuna göre ya karanlık-sıkıcı ya da renkli-eğlencelidir.
Karakterler, masallardaki gibidir: İyiler hep iyi, kötüler de hep
kötüdür. İyi olan karakterleri naif bir kişilikteyken kötüler, karanlık,
karamsar, bohem bir tarzı yansıtırlar. Yan rollerde ise mutlaka masalsı
kahramanlar vardır: Hayvanlar, böcekler, cüceler, iskeletler vs. İyiyle
kötünün çatışmasını anlatan filmlerinde, kazanan bazen iyiler olurken
bazen de kötülerdir; ancak “kötü” olanın kazandığı durumlarda mutlaka
“iyi”nin yararına bir durum da vardır. Filmlerinde müzik önemli bir
unsurdur. Bazı filmleri müzikaldir. Çekmiş olduğu uzun metrajlı
filmlerden önce 1982 yapımı “Vincent” ve 1984 yapımı “Frankenweenie” isimli kısa filmleri vardır. Bu filmlerle adeta yapacağı uzun metrajlı filmlerin alt yapısını hazırlamıştır. Tim Burton’ın masalsı filmlerini birlikte hatırlayalım:
Beetlejuice (Beter Böcek-1988): Bu filmde yeni evli
bir çift araba kazasında ölürler. New England’daki kır evlerinde
yaşamaya devam ederler; ancak yeni taşınan ev sahipleri ve onların gotik
kızları çifti rahat bırakmazlar. Hayaletçilik oynayarak onları evden
kaçırmaya çalışan çiftimizin yardımına Beter Böcek (Michael Keaton) koşar.
Filmde, yönetmenin hayali dünyasındaki karanlık tipler yine başrolde
yerlerini alırlar. Bu masalsı dünya, korku öğeleri içermesine rağmen
bizi hafif ürpertse de komedi kısmı daha ağır basar. Aynı zamanda
müzikaldir.
Edward Scissorhands (Edward Makaseller-1990): Kahramanımız Edward (Johnny Depp), kendisini
yaratan mucidin ölmesi üzerine yaratım süreci tamamlanamadan ve makas
elleriyle yalnız yaşamaya başlar. Şehirden bir kadın, Edward’ı kendi
evine getirir ve ailesiyle tanıştırır. Bu aileyle yaşamaya başlayan
Edward’ın, ailenin komşularıyla olan ilişkisi ve evin genç kızıyla
yakınlaşmasıyla onun iç dünyasına yolculuğumuz başlar. Film, Edward’ın
sosyalleşmesini konu edinir.
Edward, insanın içindeki çocuksu saflığın timsali, toplumun kendisini
anlamadığı, sosyal dünyanın yabancısı bir karakterdir. Toplumun içine
almadığı Edward, birlikte yaşadığı ailenin kızına olan
safça aşkını da yanına alarak kendi evine geri döner. Filmin sonu
hüzünlü bitse de Edward’ın “sosyal” olan o yapay toplumdan ayrılışını
makul karşılarız.
Mars Attacks (Çılgın Marslılar-1996): Nevada Çölü’ne
dost olduklarını söyleyerek inen Marslılar, dünyalılar tarafından büyük
bir merakla karşılanırlar. İner inmez silahlarını çıkaran Marslılarla
dünyalılar arasında savaş başlar. Marslılar, dünyada istedikleri gibi
dolaşıp, yiyip, içip, gezerler. Dünyalılarsa onları geri göndermenin
yollarını bulmaya çalışır.
Tim Burton, bu filmiyle yapılmış olan uzaylı filmlerini Ti’ye alır. Onun Marslıları, çizgi filmlerden çıkmış gibi renklilerdir. Dünyaya gelme sebepleri eğlenmek gibidir; tıpkı yaratıcılarının diğer uzaylı filmleriyle eğlenmesi gibi.
Big Fish (Büyük Balık-2003): Daniel Wallace’ın kitabından uyarlanan bu filmde, William Bloom (Billy Crudup),
kanser hastası olan babasının son günlerinde onu görebilmek için
ailesinin yanına döner ve babasının, çocukluğundan beri kendisine
anlattığı masalsı dünyayı en baştan çözümlemeye başlar.
William, çocukluğundan beri babasının anlattığı gerçeklikten uzak,
masal dünyasından uzaklaşmaya çalışmış, gerçekçi olabilmek için elinden
geleni yapmıştır. Çocukluğu boyunca babasının da gerçeklerini görmesini
istemiştir. Ta ki hasta babasının yanına gidip de babasının masallarını
tekrar gözden geçirene kadar. Baba-oğulun zıtlaşması babasının zaferiyle
sona erer. Aslında anlatılanlar, masal değil William’ın “gerçek
dünyası”ndan daha gerçektir. Kim bilir belki de William’ın babası,
aslında Tim Burton’ın kendisidir.
Corpse Bride (Ölü Gelin-2005): Animasyon olan bu filmi Tim Burton, Mike Johnson’la birlikte yönetmiştir. Filme bedenini ve sesini veren yönetmenin her zaman tercih ettiği oyuncu: Johnny Depp. 19. yy. Victoria Dönemi’nde
Victor isimli bir genç, Victoria’yla evlenmek üzeredir; ancak kendisini
evliliğe hazır hissetmez. Yüzük takma merasiminin provasını yaparken
yanlışlıkla ölü gelinin parmağına taktığı yüzük, onu, ölülerin diyarına,
yeraltına götürür. Ölü gelinse evlenemeden ölmüştür ve Victor’u
yıllardır beklediği kocası olarak kabul eder. Victor’sa yaşayanların
dünyasına göre eğlenceli bulduğu bu ölüler diyarında kalmaktan
memnundur; ancak güzel Victoria’yla evlenmek için geri dönmesi
gerektiğinde geride kalbi kırık ölü gelini bırakır. Mutlu sonla bitiyor
gibi görünse de aslında, ölü gelinimiz için hüzünlü bir sondur. Onun
tesellisi, Victor ve Victoria’nın kendisininki gibi bir sona sahip
olmayacaklarıdır.
Bu filmde de Tim Burton’un, kahramanlarının “ölüler”
olması ürpertici; ancak renkli, karanlık yer altı dünyasında, gotik
karakterleriyle masalın içine gireriz. Film aynı zamanda müzikaldir.
Charlie and The Chocolate Factory (Charlie’nin Çikolata Fabrikası-2005): Willy
Wonka (Johnny Depp), ailesinden kalma çikolata fabrikasının yeni
veliahdını seçebilmek için bir yarışma başlatır. Çikolata paketlerinin
içinden çıkan biletlerin sahibi beş çocuk, fabrikayı gezme hakkını
kazanacak ve gezinin sonunda Willy Wonka’nın seçtiği
çocuk, çikolata fabrikasının yeni sahibi olacaktır. Filmin sonunda
yoksul bir aileden gelen Charlie, fabrikanın yeni sahibidir.
Yönetmen, bu filmde, çikolata fabrikasını, kendine özgü fantastik
dünyasına göre biçimlendirmiştir. Fabrikanın işçileri cüceler, sincaplar
gibi masalsı yaratıklardır. Sonunda yine iyi olan –yani Charlie-
kazanır. Onun iyiliği, Willy Wonka’nın yalnız ve bencil hayatını da
değiştirecek gibi görünür.
Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (Sweeney
Todd: Fleet Sokağınn Şeytan Berberi-2007): Bu müzikal, Benjamin Barker
(Johnny Depp)’ın yargıç Turpin tarafından haksız yere hapse atılmasının,
karısına ve kızına yapılanların intikamını almak için Sweeney Todd
kimliğine bürünerek komşusu Nellie Lovett (Helena Bonham Carter)’la
işbirliği yapmasıyla başlar. Kısa sürede, Sweeney Todd’ın berberliğinin
ünü şehre yayılır. Dükkana gelen herkesi öldüren Sweeney Todd aslında,
Nellie’nin karşılıksız aşkına kurban gitmiştir. Film, kasvetli havasına
uygun bir şekilde kötü sonla biter.
1979 yılında Broadway’de sahnelenen ve büyük bir
sükse yapan müzikali bir de kasvetli, gotik Londra’nın, bohem hayatında
kötü bir berber ve komşusu kötü bir kadın kahramanıyla Tim Burton’ın
perspektifinden izledik.
Johnny Depp ve Helena Bonham Carter’lı vazgeçilmez oyuncuları ve yarattığı dünyayla Tim Burton masal
dünyasının kapılarını, biz büyüklere açar. Küçükken dinlediğimiz
masallardan çıkardığımız dersleri yeniden bizlere sunar. Kimi zaman
kaybettiğimiz makas ellerdeki gibi çocuksu saflığı, ölü gelinin sonsuz
aşkını, Charlie gibi iyilerin her zaman kazanacağını, masal yoluyla
“gerçek” olarak bize sunar. Sweeney Todd’un intikamında, kinin insanın kendine zarar veren bir duygu olduğunu; aslında dünyanın Big Fish’teki
William’ın dünyası gibi masallar gibi eğlenceli, aynı zamanda da
masallar kadar gerçek oluşunu anlatır...
(Bu yazım, daha önce http://www.on5yirmi5.com/'da yayınlanmıştır).
5 Kasım 2012 Pazartesi
Vampir Günlükleri
2-3
Yıl önce, Vampir Günlükleri’nin cnbc-e’de fragmanlarını gördüğümde, son dönem
vampir konulunu sinema filmlerinin artışına bağlayarak bir de şimdi dizi mi
çıktı, diye düşünmüştüm ve arada bir sıkılıp kanal gezerken gördüğüm birkaç
sahne dışında izlememiştim.
Bu
yaz, merak edip birkaç bölüm, nasıl bir şey olduğuna bakmak için izlemeye
niyetlendim ve bırakamadım. 2. Sezonu televizyondan takip ettim; ancak 1. ve 3.
sezonları da 4.’sü başlamadan izleyebildim. Çocukluğumdan beri vampir
filmlerine hayran bir sinema izleyicisi olarak bu dizinin beni etkilediğini
söylemeliyim. Dizi, genel hedef kitle olarak lise-üniversite öğrencileri yaş
grubunu hedef alıyor, pazarlama faaliyetleri bu yaş grubuna göre hazırlanmış.
Dizinin hikâyesini oluşturan seri
kitapları okumadım. Okuyacağım; ama dizinin gizemini kaçırmamak için
okumuyorum. Biraz araştırdım ve dizinin, kitaptaki olay sırasına göre
çekilmediğini öğrendim. Bu yüzden daha sonra okumayı düşünüyorum.
Dizi, birbiri ardına olayları
sıralarken bizim açıkları yakalamamıza fırsat vermiyor. Her olay ardından başka
bir olayı doğuruyor ve bir sürü parça bir araya gelerek sonuca ulaşılıyor. Bu açıdan
sürükleyici ve her dakikası merak uyandırıcı.
Bu sezon (4.), forumlardan ve sosyal
medyadan takip ettiğim kadarıyla Türk izleyiciler, dizinin diğer sezonlara göre
hafif başladığını, söylüyor ve bu yüzden de sıkıcı ilerlediğini. Bunun sebebi
ilk sezondan beri Elena’nın vampir olacağı günün beklenmesi olabilir mi?
Nihayet oldu ve sihir bozuldu. Oysaki tüm sezonlarda ilk birkaç bölüm, ısınma
turları gibi oluyor; yani bu sezon da değişen bir şey yok. Bu dediğimi 1 Kasım’da
yayınlanan 4. bölümle görmüş olduk. Yeni gelişmeler bizi bekliyor.
20 Ekim 2012 Cumartesi
13. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali
13. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali 20-26 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilecek. Festival progragramı henüz yayınlanmadı. Program ve festivale ilişkin detayları yakında paylaşacağım.
11 Ekim 2012 Perşembe
Acı (Pieta)
(Yazı filmin konusuyla
ilgili bilgi içermektedir).
Acı,
Kim Ki Duk filmlerinin alıştığımız türde, her türlü şiddeti net bir şekilde
perdede gösterdiği bir film. Tarz açısından, yönetmenin filmografisine sadık
kaldığı açık.
Gang
Do kimsesi olmayan, tefeciler için çalışan, acımasız bir karakter. Esnafa, geri
ödemesi zor olan paraları vererek her geçen gün için yüksek oranda faiz uygular.
Borçlarını ödemeleri içinse getirdiği öneri, uzuvlarına zarar vererek
sigortadan para aldırmaktır. Filmin başından itibaren Gang Do’nun borçlarına
karşılık esnafın hesabını nasıl kestiğini izleriz. Gang Do, bir dükkanın
kapısında belirir, yalvaran esnafın cezasını keser ve gider. Diğer sahneye
geçişte çığlıklar vardır ve biz acıyı hissederiz.
Bir
kadın Gang Do’yu izler ve onun annesi olduğunu, kendisini affetmesini söyler.
Gang Do, bunu asla kabul etmez; ancak kadın ısrarlıdır. Kadın, onun gittiği
yerlere peşinden gider, evine girip temizler, ona yemek yapmak ister ve onun
tüm eziyetlerine katlanır. Gang Do, sonunda ikna olmuştur. Kadına gün geçtikçe
bağlanır.
Filmin
orijinal ismi Pieta, çarmıhtan indirilmiş İsa’nın ölü bedenini kucağında tutan
Meryem Ana heykelidir. Filmin tanıtım afişlerinden birinde Gang Do ve sözde
annesinin de aynı pozu bulunur.
Heykelin
hikâyesi, acılarından kurtulup huzura kavuşan İsa’nın bedenini, genç ve güzel
Meryem’in izleyiciye sunması ve bunu yaparken de gözlerini yere düşürmüş
olmasıdır. İsa, çarmıhtaki acılarından kurtulmuştur.
Filmin
ilk yarısında Gang Do’nun zalimliğine tanık oluruz, annesi ortaya çıktıktan
sonra işi bırakıp kendisini sadece annesine bırakır. Kadının tek amacı, diğer
esnaflar gibi borcu olup da sakat bırakılan oğlunun intikamını almaktır. Oğlu
intihar etmiştir ve kadın her gün onun acısını yaşar.
İkinci
yarıdaysa kadının annesi olduğuna inanan Gang Do, merhamete teslim olmaya
başlar. Kadın, amacına ulaşmıştır. Gand Do’nun da artık bir ailesi vardır ve
ona bir şey olursa acı çekecektir. Gang Do, kaçırıldığını sandığı annesinin
peşine düşer ve daha önce şiddetine maruz kalan esnafları bulur. Böylelikle
onların “yeni yaşamlarıyla” yüzleşir.
10 Ekim 2012 Çarşamba
Filmekiminde İzlediklerim
Ben ve Sen (Io E Te/Me and You)
Filmde, iki üvey kardeşin yıllar
sonra dört duvar arasında geçirecekleri bir haftaya tanık oluyoruz. Lorenzo,
ailenin sorunlu yeni çocuğudur ve yalnız geçireceği bir haftanın yolunu bularak
kendisine geçici bir yer bulur. Olivia ise, ailenin tecrübeli sorunlusudur. İki
kardeş, birbirlerini tanıma ve yakınlaşma fırsatı bulurlar. Lorenzo, Olivia
sayesinde içinde bulunduğu duruma bir açıklama getirirken kendisinin de
Olivia’ya bir katkısı olacaktır.
İki kardeşin birbirini tanımaları,
izleyiciye de onların davranışlarını anlama imkânı veriyor. Lorenzo ve
Olivia’nın seçmiş oldukları yaşamlarında, onlarla içsel bir yolculuğa
çıkıyoruz.
Aşk
(Amour/Love)
Haneke’nin bu filmi, diğer
filmlerinde gördüğümüz gibi sistemi sorgulayan bir film değil; ancak hayatını
birlikte geçirmiş evli bir çiftin son demlerini anlatıyor. Filmde bir ömür
aşkı, hayatı, dersi, tasayı, sevgiyi, öfkeyi, bilgiyi, gençliği paylaştığın
insanın yaşlılıklarında karşılaştıkları bir sorunla mücadelelerini izliyoruz.
Anne, felç geçirir ve hastalığı daha
da ilerlerken Georges da ona en büyük destektir. Tüm sorumluluğu kendisi
üstlenir; ancak film boyunca, bu iki hayat arkadaşının zorlu sürece dayanma
noktalarını, mücadelelerini adım adım takip ederiz. Anne’nin zamanla kendisini
ifade edemeyişini, hastalığının kötüye gidişini; ama buna rağmen Georges’un
direnişini, onu iyileştirmeye çalışmasını…
Filmde gerçekten adım adım izlediğimiz bu sahneler, toplamda filmin süresini çok uzatmış; ancak bu kadar uzun ömrün son zamanlarındaki duygu yoğunluğunu ancak bu şekilde anlayabilirdik.
Acı
(Pieta)
Acı’da
tefeciler adına çalışan Gang Do, “ya paranı ya elini/kolunu” usulüyle çalışır.
Küçük esnafı üstünden kalkamayacağı borçlarına bir de yüksek faizler ekleyen
Gang Do, onların uzuvlarını sakatlayarak sigorta primleriyle borçlarını ödemeye
zorlar.
Gang Do’nun bu kadar zalim olmasını
sağlayan şey kimsesiz olmasıdır; ancak annesi olduğunu söyleyen bir kadın
ortaya çıkar ve işler değişir.
Filmin ilk yarısında, Kim Ki Duk’un “alışık” olduğumuz sert sahnelerini görüyoruz. Filmin her karesinde şiddete maruz kalan bir esnaf, sonrasında ise onun çığlıklarıyla geçiş yapılan diğer sahne… Ancak perde diğer sahneye geçse de bizler onun çektiği acıyı hissetmekle meşgulüz.
İkinci yarıda, Gang Do’un ortaya
çıkan annesiyle işler değişiyor. Yıllarca sevgisiz yaşamış bu adam, acı
çektirdiği esnafa farklı bir gözle bakıyor. İkinci yarı, ilk yarıdaki sürecin
duygu olarak tersine işleyişi gibi; ancak ilkindeki yoğun acı hissinin tersi
olarak adlandırılabilecek duygu her ne ise onu aynı yoğunlukta hissedemiyoruz.
Tutku
(Passion)
Tutku’da
şirket çalışanlarının, merdivenleri çıkarken kimleri ne şekilde ezdiğinin bir
gösterisini izledik. Müdürüne hayran Isabelle, onun kendisini ezmesine bir
süreliğine izin verecektir; ancak sonunda işler tamamen değişir.
Tutku hızlı geçişler, rüyalar,
hayaller, doğruluğu yoruma açık birçok durumla karşılaştığımız akıcı bir film.
Sona doğru epey karmaşık bir hal alıyor. Özellikle yönetmenin serisine önem
verenler için.
Tepelerin
Ardında (Dupa Dealuri/Beyond The Hills)
Tepelerin Ardında, yönetmenin önceki filmi 4 Ay 3 Hafta 2 Gün’deki gibi konunun her ayrıntısını bize gösteren bir film. Ortodoks Manastırı’na arkadaşı Voichita’yı almaya gelen Alina’nın mücadelesini anlatır.
Tepelerin Ardında, yönetmenin önceki filmi 4 Ay 3 Hafta 2 Gün’deki gibi konunun her ayrıntısını bize gösteren bir film. Ortodoks Manastırı’na arkadaşı Voichita’yı almaya gelen Alina’nın mücadelesini anlatır.
Aslında, yönetmen kendi cümleleriyle filmin ana fikrini veriyor: “Sevginin iyi ve kötü kavramlarını nasıl göreceli bir hale dönüştürdüğünü ve dünyadaki en büyük hataların nasıl inanç adına yapıldığını” anlatıyor.
Alina’nın çektiği tüm sıkıntılara
ortak oluruz. Alina’nın zihnindeki acılar, ona verdiği fiziki acılardan daha
üstündür; ancak onun bu durumuna Voichita’nın ruhundaki acı da eklenir. Film,
inançlar uğruna çaresiz kalan bu iki kız arkadaşın hikâyesidir.
Hayalimdeki
Aşk (Ruby Sparks)
Hayallimdeki Aşk, eğlenceli bir
film. Ünlü bir roman yazarı olan Calvin, kusursuz bir sevgili ister ve yazar. Yazdığı
gerçek olan Calvin’in kusursuz kadını Ruby’dir.
Başlangıçta her şey rayındayken birden işler sıradanlaşır ve Ruby bir karmaşaya doğru sürüklenir. Calvin, bu durumun üstesinden yazarak gelemeyince Ruby’i özgürlüğüne kavuşturur.
Film, ilişkiler üzerine bir film,
gibi klasik bir tanımlamaya sahip. İlişkilerde, bir tarafın baskın olması,
kendi düzeni içerisine birisini dahil etmesi; ancak ilişkinin kendi
prensipleriyle ilerlemesini istemesi üzerine. Peki, karşı taraf bunları kabul
ederse ne olur? Ömür boyu mutluluk mümkün olur mu? İşte film, bu sorulara cevap
veriyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)