30 Aralık 2011 Cuma

Gelecek


            Miranda July’nin ikinci filmi The Future (Gelecek), bu hafta vizyona girdi; ancak yine İzmir’de yok, sadece İstanbul’da var. İyi ki festivalde izlemişim, diyorum.

            Sophie (Miranda July) ve Jason (Hamish Linklater), 30’larında evli bir çifttir. Yaralı bir kediyi evlerine almalarına birkaç gün kala, ellerinden kaçacak özgürlüklerinin son günlerini istedikleri gibi yaşamaya karar verirler. İlk olarak işlerinden ayrılırlar.

     Bu filmde de yönetmenin ilk filmi Me and You and Everyone We Know (Ben ve Sen ve Diğerleri)’daki gibi birbirine bağlanması zor olaylar zincirinden geçiyoruz. Sophie’nin asıl evde kalarak yapmayı düşündüğü şeyin yerini bambaşka bir şey alır ve Jason da evden yürüttüğü işi yüzünden evde kalmak zorunda olduğu günleri bırakarak dışarıda vakit geçirir. Sophie’nin yeni tanıştığı baba-kız, Jason’un yeni tanıştığı ihtiyar adam, çifti, bilinen romantik filmlerin aksine zıt yönlere taşır.

            Filmde tek ortak yön ve birbirine bağlantısı açık kısmı ise çiftin, eğer bir gün hafızalarını kaybederlerse birbirlerine inanmak için hatırlayacakları bir şarkı belirlemeleri. Onu dinlediklerinde gerçekten birbirlerinin olduğunu anlayacaklardır.
 
            Bu birbirine aşık ve salaş çift, Sophie’nin tuhaflıkları; ama illa ki Jason’ın bağlılığı için izlenmeli.

6 Aralık 2011 Salı

Hugo

             2 Aralık cuma vizyona giren Hugo, Martin Scorsese'nin 3D olarak yaptığı ilk filmi. Film,  Brian Selznick’in "The Invention of Hugo Cabret" adlı çocuk romanından uyarlanmış.

         
            1930’ların Paris’inde yetim Hugo Cabret (Asa Butterfield)’in tren istasyonunda geçen gizli hayatını ve maceralarını izlediğimiz filmde, Hugo üzerinden sinema tarihinin başlangıcından Georges Méliès (Ben Kingsley)’a doğru geçişi izliyoruz: Méliès’ın “rüyalarını”.
         Hugo’nun Isabella (Chloe Moretz)’le başlayan arkadaşlığı, ikisinin ortak tanıdığı insanlar ve Isabella’nın macera arayışı sayesinde, iki çocuğun eğlenceli serüvenine tanık oluyoruz. Hugo’nun babasıyla (Jude Law) birlikte bulduğu “otomaton”u, babasından kalan tek şey olarak sahiplenmesi ve kendisine ondan bir mesaj geleceği beklentisiyle tamirine çalışması; onun diğer insanlar ve tüm makineler için dediği gibi “bu hayattaki gayesi”dir.
            Film, hikâye edindiği sinemanın başlangıcı konusuna değinmesi, Martin Scorsese gibi bir yönetmenin sinema tarihinin ilk yönetmenlerinden George Méliès’ı filmleriyle birlikte anlatması durumundan hem sinemaseverler hem de çocuklar tarafından kaçırılmaması gereken bir film. Zira filmdeki anlatımla George Méliès’ın dünyası, hem çocuklar hem de büyükler için eğlenceli bir yer.
            Filmin, masalsı görselliği bizi hikâyenin içine alsa da açıkçası filmin 3D olması beni hiç cezbetmedi. Öyle ki film, istasyondaki saatin çarklarının arasındaki ve Méliès’ın filmlerinin gösterildiği bölümler dışında 3D olmasa da olurmuş.
            Özellikle sinemayı bir tutku olarak görenlerin, Méliès’ın deyişiyle rüyaların nereden geldiğini merak edenlerin, izlenmesi gereken bir film.






         

27 Kasım 2011 Pazar

Dedemin İnsanları


            Mehmet Beyin İnsanları

            Dedemin İnsanları, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’unun yolundan giden bir film; ancak onun kadar ağlatmıyor!
            Babam ve Oğlum kadar ağlatmıyor; çünkü yönetmen, bu filminde duygusal sahnelerin süresini uzatmamış. Böyle bir sahne olduğunda kesmeleri sık kullanmış. İzleyiciyse ağlamaya devam etmekle yeni sahneyi izlemeye koyulmak arasında kararını kendi veriyor.
            Yine Ege, yine Ege’nin sıcak insanları, şiveleri, deyimleri… Çağan Irmak, Ege’yi, kendi hikâyelerini anlattığı filmlerinde (özellikle Ege insanıysanız) sizi, içinizdeki saklı kalmış, derinlerde sizin bile unuttuğunuz bir noktadan yakalıyor ki filmin içine girip Mehmet Bey ve Nadire (Sacide Taşaner)’nin torunu, Nurdan (Gökçe Bahadır)’ın oğlu/kızı oluveriyorsunuz. Bir de siz de Ege’ye başka kıyılardan gelmişseniz…
          Filmdeki usta oyuncuları ayrı tutuyorum ve beklentinin (daha önce sinemada görmediğimizden dolayı) üstünde bir oyunculuğu olan ve sonraki işleri de merakla beklenecek oyuncusunun Gökçe Bahadır olacağını düşünüyorum. Bana, Babam ve Oğlum’daki Hümeyra’nın canlandırdığı karakterin gençliğini anımsattı.
            Filmde, Mehmet Yavaş (Çetin Tekindor)’ın “arada kalmışlığı”nı izliyoruz. İki şehir, iki ırk… Geçmişe duyulan özlem değil de daha çok geçmişe karşı bir merak, orada olsaydık “ne olurdu”nun merakı… Oysa “burada” da arada yaşanan dışlanmışlıklara rağmen sevilen, saygı duyulan, çevreye uyum sağlamış bir insan.
            Genele göre deli, Mehmet Bey’e göreyse “aklı biraz değişik” olan Peruzat (Hümeyra) da geçmişiyle şimdi arasında yaşamanın başka bir göstergesi. Ozan da bu iki karakter gibi arada kalmış biri, bunu filmde de vakti gelince haykırarak söylüyor. Arada kalmışlık, yerleşik olamama, kendini bir yere, birilerine ait hissedememe duygusu bu üçünün ortak yönü ve hepsinde dışavurumu farklı şekilde veriliyor: Kiminin karşı kıyıya yolladığı şişeleri, kiminin metafor içeren resimleri, kiminin milliyetçi tutumu.
            Filmin metaforu da Ozan’a bu kavramı öğretmeye çalışan, Peruzat’ın kendisi aslında. Arada kalmışlığın, ait olamamanın somut bir örneği… Hayattan tamamen kopuk, takılı kaldığı yere ait olan, belki de hiç gelmeyecek birini bekleyen.  
            Mehmet Bey’in tüm ötekilere karşı anlayışlı bir tutumu var. İçinde yaşadığı toplumdaki herkesin onun için birbirinden farkı yok: “Öyle demeyin, o da bizim bir insanımız”.
            “Geç iş kurdum, geç evlendim, geç yuvamı kurdum; ama erken yaşlandım” diyor bir akşam yemeğinde. Şükrediyor yuvasındaki mutluluğuna. Gerçekten de ailesiyle, dostlarıyla, işinde mutlu bir adam Mehmet Bey. Erken yaşlılığıysa içindeki kırgınlığından, doğduğu topraklara birkaç kez gitme teşebbüsünün göçüp ekmeğini kazandığı, ailesini kurduğu bu memleket yüzünden bir türlü gerçekleşememiş olması. Oysa o bu memleketin kendisine verdiklerine minnettar; ancak mübadele kararıyla yuvasından olması, tekrar ziyarete bile gidememesi, göç yolundaki acı kaybı kalbinde tamiri olmayan bir yara.
            Sonunda Ozan’ın büyüyüp de onun yapamadığını yaptığında dediği gibi Mehmet Bey “istese yapar” mıydı? Mehmet Bey’in içini, o hassas yaşantısını kurcalamak istemem; özünde bilerek gitmemiş bile olsa vardır bir bildiği. İnsan bazen geri dönmeyi o kadar çok ister ki geri dönmekten korkar.
            Onurlu yaşamı içinde herkesin derdine çare bulabilmiştir de bir kendisine çare bulamamıştır Mehmet Bey. O kadar da kibardır ki özür dileyerek gider.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Tehlikeli İlişki

           David Cronenberg’in A Dangerous Method’u, bizde Tehlikeli İlişki olarak gösterilecek. Kimileri için film Freud ve Jung arasındaki ilişkiyi anlatması sebebiyle biyografik bir film olarak görülse de psikolojiyle ilgilenenler açısından akılda sorular bırakan türde bir film.
            Film, Freud (Viggo Mortensen) ve Jung (Michael Fassbender) arasındaki ilişkiden yola çıkarak hikâyesini kurguluyor. Spielrein (Keira Knightley) ise bu iki karakterin ilişkisinin en önemli döneminde odak noktası, filmdeyse ikisinin ilişkisini anlatabilmeye yönelik merkezi araç. Spielrein, Jung tarafından analiz edildiği dönem, Jung’un Freud’la yazışmalarının yoğunlaştığı ve yüz yüze tanıştığı döneme rast gelir. Spielrein de daha sonra Freud’la tanışacaktır. Filmde, bu iki erkeğin ilişkisinin odağı olarak Spielrein var. Böyle olunca da sinematografik özellikler ikinci planda kalıyor. Jung’un hastası Sabina Spielrein’le olan aşk ilişkisi, filmin büyük bölümünü alarak Freud ve Jung ilişkisinin merkezine oturması, filmin “psikolojik ağırlığı”nı hafifletmesi için tercih edilen bir kaçış noktası olarak açıklanabilir. Filmin isminin Türkçesi de bu aşk ilişkisine vurgu yapmakta.
            Oysaki gerçekte Freud ve Jung ilişkisinin merkezinde, Jung’un aşk ilişkilerinin doğrudan bir etkisi yoktur. Freud, kendi öğretisini, tedavi yöntemini yaygınlaştırmak için sadık veliahtlar aramaktadır. Jung da Freud’un veliahdı olmaya gönüllüdür; ancak Freud, başından itibaren Jung’un kendisine körü körüne bağlanabilecek biri olmadığını anlar. Hâlbuki Freud ve Jung arasında Bleuler’in daha büyük önemi vardır. Jung’un görev yaptığı kliniğin müdürü Bleuler’in ismi bir ya da iki kez geçer. Daha sonra konuşmalarda, kendisinden “müdür” diye bahsedilir.
            Filmdeki mektuplar, gerçekleriyle aynı. Freud’un Jung’u ziyarete gelişi filmde gösterilmedi; ancak Jung ve eşinin kahvaltı masasındaki konuşmalarından birinde, onların yanından yeni ayrıldığını öğreniyoruz. Freud’un gelişinin detaylarının gösterilmemesi, Bleuler’le ilgili konunun verilmemesi; Freud ve Jung, bir toplantının sonunda tartışırlarken Freud’un baygınlık geçirmesi; “Ölmek kim bilir ne tatlıdır!” demesi… Bunlar filmin boşta kalan; ama yönetmenin göstermemeyi eksiklik olarak gördüğü sahneler olmuş. Gerçekte Freud’un baygınlık geçirmesi; onun bunu, hem Jung’un hem de başka genç bir meslektaşının yanında birkaç kez yaşaması ve bu duruma psikanaliz açısından bir yorum getirmesiyle anlamlıdır.
            Yine de her biyografik filmde, konunun hakimi olan kişilerin eksik ya da fazla gördüğü, gösterilmesinin önemli ya da önemsiz olduğu sahneler tartışma konusu olur. Psikanalize ilgisi olanlar için psikanalizin ete kemiğe bürünmüş kahramanlarını izlemek ayrı bir zevk olabilir; ancak psikanalize ilgili olmayanlar içinse hikâyesini iyi anlatan bir sinema filmi olacaktır.