Mehmet
Beyin İnsanları
Dedemin İnsanları, Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum’unun
yolundan giden bir film; ancak onun kadar ağlatmıyor!
Babam
ve Oğlum kadar ağlatmıyor; çünkü yönetmen, bu filminde duygusal sahnelerin
süresini uzatmamış. Böyle bir sahne olduğunda kesmeleri sık kullanmış.
İzleyiciyse ağlamaya devam etmekle yeni sahneyi izlemeye koyulmak arasında
kararını kendi veriyor.
Yine
Ege, yine Ege’nin sıcak insanları, şiveleri, deyimleri… Çağan Irmak, Ege’yi,
kendi hikâyelerini anlattığı filmlerinde (özellikle Ege insanıysanız) sizi,
içinizdeki saklı kalmış, derinlerde sizin bile unuttuğunuz bir noktadan
yakalıyor ki filmin içine girip Mehmet Bey ve Nadire (Sacide Taşaner)’nin torunu,
Nurdan (Gökçe Bahadır)’ın oğlu/kızı oluveriyorsunuz. Bir de siz de Ege’ye başka
kıyılardan gelmişseniz…
Filmdeki
usta oyuncuları ayrı tutuyorum ve beklentinin (daha önce sinemada
görmediğimizden dolayı) üstünde bir oyunculuğu olan ve sonraki işleri de
merakla beklenecek oyuncusunun Gökçe Bahadır olacağını düşünüyorum. Bana, Babam ve Oğlum’daki Hümeyra’nın
canlandırdığı karakterin gençliğini anımsattı.
Filmde,
Mehmet Yavaş (Çetin Tekindor)’ın “arada kalmışlığı”nı izliyoruz. İki şehir, iki
ırk… Geçmişe duyulan özlem değil de daha çok geçmişe karşı bir merak, orada
olsaydık “ne olurdu”nun merakı… Oysa “burada” da arada yaşanan dışlanmışlıklara
rağmen sevilen, saygı duyulan, çevreye uyum sağlamış bir insan.
Genele
göre deli, Mehmet Bey’e göreyse “aklı biraz değişik” olan Peruzat (Hümeyra) da
geçmişiyle şimdi arasında yaşamanın başka bir göstergesi. Ozan da bu iki
karakter gibi arada kalmış biri, bunu filmde de vakti gelince haykırarak
söylüyor. Arada kalmışlık, yerleşik olamama, kendini bir yere, birilerine ait
hissedememe duygusu bu üçünün ortak yönü ve hepsinde dışavurumu farklı şekilde
veriliyor: Kiminin karşı kıyıya yolladığı şişeleri, kiminin metafor içeren
resimleri, kiminin milliyetçi tutumu.
Filmin
metaforu da Ozan’a bu kavramı öğretmeye çalışan, Peruzat’ın kendisi aslında. Arada
kalmışlığın, ait olamamanın somut bir örneği… Hayattan tamamen kopuk, takılı
kaldığı yere ait olan, belki de hiç gelmeyecek birini bekleyen.
Mehmet
Bey’in tüm ötekilere karşı anlayışlı bir tutumu var. İçinde yaşadığı toplumdaki
herkesin onun için birbirinden farkı yok: “Öyle demeyin, o da bizim bir
insanımız”.
“Geç
iş kurdum, geç evlendim, geç yuvamı kurdum; ama erken yaşlandım” diyor bir
akşam yemeğinde. Şükrediyor yuvasındaki mutluluğuna. Gerçekten de ailesiyle,
dostlarıyla, işinde mutlu bir adam Mehmet Bey. Erken yaşlılığıysa içindeki
kırgınlığından, doğduğu topraklara birkaç kez gitme teşebbüsünün göçüp ekmeğini
kazandığı, ailesini kurduğu bu memleket yüzünden bir türlü gerçekleşememiş
olması. Oysa o bu memleketin kendisine verdiklerine minnettar; ancak mübadele
kararıyla yuvasından olması, tekrar ziyarete bile gidememesi, göç yolundaki acı
kaybı kalbinde tamiri olmayan bir yara.
Sonunda
Ozan’ın büyüyüp de onun yapamadığını yaptığında dediği gibi Mehmet Bey “istese
yapar” mıydı? Mehmet Bey’in içini, o hassas yaşantısını kurcalamak istemem;
özünde bilerek gitmemiş bile olsa vardır bir bildiği. İnsan bazen geri dönmeyi
o kadar çok ister ki geri dönmekten korkar.
Onurlu
yaşamı içinde herkesin derdine çare bulabilmiştir de bir kendisine çare
bulamamıştır Mehmet Bey. O kadar da kibardır ki özür dileyerek gider.